Hocamız dersi anlatır, bu esnada saçları alnına dökülürdü.
Edebiyat kuramlarından söz ederdi ağız dolusu, Freud derdi, Kant, Hegel ve Eagleton’ı da eklerdi hevesle. Tuhaf kahkahalar atardı, terlerdi, saçlarının
akından süzülen sıvı, kirpiklerinden iri burnuna damlar, oradan da ağzına pıt
ederdi. Bazen bu tuzlu tada bürünen dudakları titrer, cümleleri ekşirdi hocamızın.
Buna öfkelenirdik, öfkelenirdi buna İlayda. Bir keresinde masanın üzerine
çıkmıştı hocamız. Tüm sınıf onu ve Ayşe'yi izliyorduk, açıkçası umurumuzda değildi
anlatılanlar. Her şey Kant’tan geliyor, demişti sıranın üstünde kükreyerek.
Estetik algı, güzellik hep ondan. Hep, kahkahalar. Öyle değil mi, demişti
Alper’i sıkıştırarak, öyle değil mi Alper? Gözlüğünün buğusunda gizlenen kara
lekeleri ışıldamıştı Alper’in, elbette hocam, demişti, siz nasıl derseniz.
Anımsıyorum, anımsıyorum birinci sınıfta söylediklerinizi, modern insan
nevrozludur. Çok güzel Alper, aferin. Sınıfta sessizlik olmuştu bu sohbeti
takiben. Sonra durgunlaşmıştı hocamız, inmişti sandalyenin üzerine, saçlarını
geriye atmış, çürümeye yakın dişlerinin sarılığını sessizliğe renk etmişti;
dışarıdan perdeleri aşan gün ışığı da katılmıştı bu renge, soluk yüzü
öğrencilerin, hepimizin hayat derdi, umutsuzluğu da eklenmişti bu bitmez
sahneye tabii. Hep Freud diye bağırmıştı hocamız, hep bu adam. Hepsi ondan,
bilincin altını üstüne getirdi, nevrozlu herif. İlayda nevrozu. İlyada mı yoksa? Gülmemiştik, İlayda da gülmemişti, gülün, kükremişti,
gülmemiştik, yorgunduk, sınıf arkadaşımız iş bulmuştu, üç bin liraya çalışıyordu
Ayşe bir çantacıda. Ayakta dikilmek, ensesi kalın kişilere bir şeyler satmak,
dil dökmek, aşağılık bakışları üstünde hissetmek, öfkelenmek, direnmek
karşılığı iyi para. Gözlerimiz onun üzerinde olurdu çoğunlukla, mağrur bir
halde ama yorgun, dersi dinlemeye çalışırdı. Hocamıza gülmemiştik ve
öfkelenmişti, biz de öfkeliydik Ayşe’ye. Ayşe, demişti sonunda hocamız,
gülsene, gülsene. Ağzından sayılar mı dökülüyordu, fiyatlar mı, çantalar mı,
etiket fiyatı üzerinden yüzde kırk Freud’lar mı, Wellek mi, kim? İyi değilim,
demişti fısıltıyla, kafasını dayamıştı sarı sessizliğine odanın, birkaç yıpranmış dil kitabına, imitasyon çantasında çürüdü çürüyecek kokusuna
elmanın. Pencere kenarındaki ağaçların altında birbirine sarılmıştı bir çift,
ağacın üstünde rengarenk boncuklu bir kazak da vardı, gölgeleri -perdeden
damıtılmış hâliyle- masaya dökülmüştü bir yandan. Alper, Alper demişti hocamız,
beni anlamıyorlar, anlamıyorlar. Sen anla bari, gülümseyen Alper, kırmızı
kravatını gevşeten hocamız, sessizlik, masada kıvranan gölgeler, biten ders.
İlayda uzun süredir derse gelmiyor. Hocamız sinirli. Bana
haber vereceksiniz gelmeyince, geçemezsiniz programı Allahıma, yok öyle,
kahkaha, yok öyle, değil mi Alper? Buğulu evet. Ayşe uyuyor, yorgun belli ki,
bizlerde öfke. Kendisini uyandırmaya çalışan hocamıza bağırıyor, onu dürten
Deniz’i tokatlıyor, dalıyor uykuya yine. Hava yağmurlu, damlalar toprağı
parçalıyor, derslik karanlık. Hocamızın yüzü, sayfalar, aptal ölü adamların
sözleri, gelecek, tümü karanlık. İlayda her şeyin anlamsız olduğunu söylemişti
bana, tüm bu sarılmaların, titremelerin, makyajların, kuklalaşmaların,
derslerin ve öğrencilerin, öğretmenlerin ve kitapların anlamsız olduğunu
belirtmişti. Kafam karışıktı, yolun sonu karanlık. Rüyasını anlatmıştı sonra: “Kuş
gördüm, kocaman. Kanatları koparılmış. Yolunmuş tüyleri, gözleri kör, suskun.
Bir tepeye tırmanmaya çalışıyor. Çıkamıyor, dermanı yok, ümidi. Uzun saçları
benimkini andırıyor, yolunu yitirmiş, aklını. Tepe küçüldü o çıkamadıkça, bir
adımda tırmanılacak bir hâl aldı. Çıktı sonunda kuş, kibirlendi, büyüklendi ulu
ağaçlara bakıp. Kanat kalıntılarını savurdu gökyüzüne. Kafasını boşluğa çarpa
çarpa çürüttü, daha da çirkinleşti, saçları uçuştu, bana dönüştü, ben oldu.
Sonra ellerimi tuttu ve beni tepeye çıkardı. Nasıl tuttu, nasıl çıkardı, kim
bilir, gülümsedi bana, güzelleşti gülümsedikçe, sarıldık, rengarenk boncuklu
bir kazak belirdi üstümüzde, sarıldık, gölgemiz -damıtılmış- derslikteki masamızın üstüne düştü. Ağaçlar, ağaçlar devrildi, kuşu öyle bir
sardım ki kayboldu içimde. Ağladım onu bulamayınca, ağladım, bir daha
sevmeyeceğim, dedim, seversem iki gözüm çıksın. Hani eski bir masalda
kahraman yer yarılsın da yerin dibine gireyim diyor ve yer o an yarılıyor ya, öyle oldu. Gözlerim çıktı ve süzüldüklerini hissettim boncukların havada,
kirpiklerimden minik burnuma damladığını, oradan da ağzıma pıt ettiğini ve dahi
kuşun göz çukurlarına yerleştiğini; açınca gözlerimi ölü gövdemin tepeden
aşağıya süzülmekte olduğunu, gülümsediğini ve ilk kez böylesi mutlu olduğunu
gördüm olanca açıklığıyla. Gövdem yere çakılınca puf gibi, bembeyaz yok
olduğunu ve her şeyin sona erdiğini ve tüm rüyanın aptal bir işaret olduğunu
anladım.” Anlamamıştım ben. Sonra kaybolmuştu İlayda. Bakışları donuktu onu son
görüşümde, dudakları hafifçe titriyordu.
— Atreoğlu, sanıyorum
ki, dönüp dolaşıp, hedefimizden uzak, geri gitmek zorunda kalacağız, bu da eğer
ölümden kurtulabilirsek; bir yandan savaş, öbür yandan veba, az zamanda
Ahaylıların işini bitirecek! Haydin bir kâhine veya bir duacıya başvuralım, hiç
olmazsa gördüğü düşlerden hükümler çıkaran birini çağıralım, çünkü düş de
Zeus'tan gelir. Bize o bildirsin, Foebos
Apollon'u bu derece öfkelendiren nedir? Yerine getirilmemiş bir adaktan mı, bir
yüzlük kurbanın ihmal edilmesinden mi şikâyeti anlayalım. Tokluların, lekesiz
oğlakların iç yağından tütsülerle bakalım üstümüzden bu korkunç musibeti
uzaklaştırmaya razı olur mu?*
Hocamız öfkeli derste. Alper’e kızıyor, Alper, Alper diyor,
işini bitireceğim. Savaş, veba, ne olursa, seni yalancı, seni yaltakçı.
Görürsün sen, görürsün. Vuruyor Alper’in suratına kitapları, küçülüyor Alper,
kayboluyor, kayboluyor, vurdukça hocamız da yok oluyor. Sınıfımız tek yürek, Ayşe'ye bakıyor, İlayda’yı merak ediyor. Düş Zeus’tan, rüya Freud’tan ve bir ışık süzülüyor
dersliğe bahçeden. Pencere kenarındaki ağaçların altında birbirine sarılıyor
bir çift, sonra ağaca sarılıyorlar, ağacın üstünde rengarenk boncuklu bir kazak
var, gölgeleri -hâliyle- masaya dökülüyor bir yandan.
Yağmurlu hava, toprağı parçalıyor damlalar, üstümüzde korkunç bir musibet var,
belli. Ayşe ayağa kalkıp avucundaki indirim etiketlerini tek tek yapıştırıyor
alınlarımıza, gülümsüyor. Hocamıza gelince duruyor, hocamız yok ki, ağlamaya
başlıyor, dersliği terk ediyor. Sönük ışık kayboluyor, yüzler seçilmez oluyor
artık. Dudaklar kanlı birer kırmızı mağara girişine dönüşüyor, nefesler nefis
sislere. İlayda pencerenin önünde bize gülümsüyor, ilk kez özgür, ilk kez
nezaketle sarkıyor ağacın dalından, tir tir titriyor boşluktaki gölgesi.
Gölgeye sarılıyor bir kuş, gülümsüyor.
İkimizden hangimizin
kaderi ölüm ise, ölsün! Ama sizin de haklarınız iyi bilinsin, hemen iyi
belirtilsin. Siz iki kuzu, beyaz bir erkek kuzu ve siyah bir dişi kuzu getirin;
biri Yer için, öbürü Güneş için; biz de Zeus için başka bir kuzu getirelim.
Buraya da güçlü kudretli Priam'ı getirin: Antlaşmayı
bizzat o, kabul ederek milletler bağlansın, çünkü oğulları yüksekten bakan ve
verdikleri sözü tutmayan insanlardır. Herhangi bir çılgınlıkla, Zeus adına
bağlanacak antlaşmanın
bozulmasına yer verilmemelidir. Delikanlıların başında türlü yeller eser.
Onlarla beraber bir ihtiyar bulunursa, geçmişi geleceğe yaklaştırarak, işin iki
taraf için, nasıl en iyi bağlanabileceğini
görebilir.*
Masanın üstüne çıkıyorum. Karanlık, silik bir hikâye. —
Gel sevgili gelin, gel de gözünle gör, çünkü hikâye dille anlatılmaz.* Gülsenize diyorum,
gülsenize. Kuzular, dişiler, yüksekten bakanlar, yalanlar, antlaşmalar.
Tebessümü İlayda’nın. Yağmurun sesi. Bağırıyorum kendime: Öyle değil mi Alper?
Her birimiz bir yandan bağırıyor. Tuhaf bir kahkaha atıyorum, terliyorum,
gözlüğümdeki buğuda parlıyor siyah lekeler, saçlarımı geriye atıyorum.
Her şey güzel, tüm aldanışlar güzel.
*İlyada/Homeros
No comments:
Post a Comment