November 17, 2019

BİZİM PATRON İYİ ADAM


İyi iyi de biraz deli.

Anlatacaklarım bu kadar, daha ne diyeyim, ne söyleyeyim? Ne kaldı geriye, ne kaldı? Bakma, şimdi tipimiz bozuldu, yaşlandık, öyle yakışıklıydım ki, öyle çekici hatta. İnanmazsın ha, inanmazsın değil mi? İnan, inan, yalanım yok. Saçlarım döküldü, psikolojim bozuldu ya ondan. Buralar hep benden sorulurdu, yanlış anlama, parasını vermeyen bir adam vardı mesela, ben gidip şöyle başımı soldan sağa bir kırdım mı borç işi kapanırdı hemen. Büyük adamdım, büyük yaşadım, büyük öldüm. Öldüm, yalanım yok, o kadın beni terk edince, patronun karısı beni bırakınca öldüm, öldüm hocam.

Bu adamın anlattıklarına inanmam gerekiyor. Ona, senin hikâyeni yazacağım Bekir, dedim. Gözleri parladı, kafasını iki yana salladı kayık edip. Başım döndü, hikâye bulandı biraz. Anlat, dedim, en baştan başla. Aklıma gelmiyor ki, dedi. Hocam her detayı burada, kafasına sertçe vurdu tarakla, kıllar uçuştu, bana ait kıllar onun kalın kaşlarına yapıştı, güzelleşti Bekir, erkekleşti, bana dönüştü, burada tüm hikâyeler, e artık sen çıkaracaksın oradan onları, kahkaha attı. (Bu kahkahayı yazıya dökmek zor olduğu için KHKH şeklinde kısaltmayı ve hikâye bütünlüğünü korumayı amaçladım. KHKH’lerde Bekir’in kaşları burnuna doğru inerken üst dudağı yukarı yükseliyor, dişleri ışıldıyor.) Dükkanda üç berber daha vardı. En yaşlısı buydu belli ki. Sarı saçlısı yakışıklıydı, durgundu her zaman. Elindeki fırçayla dökülen saçları, kılları temizler, tebessüm ederdi Bekir’in anlattıklarına. Aynalardan yansıyan dükkanı seyrederdim ben, oradan izlerdim Bekir’i, gözümü ayırmazdım ondan. Bazen mutfak kısmından yemek kokuları yükselirdi, sinsi bir kedinin kapıdan içeri sızdığını, muhtemelen ucuz sıvı yağda kavrulan sebzelerin kokusuna gittiğini, içeride tası çanağı devirip kör pencereden kaçtığını da hissederdim. Başım dönerdi, yavaş ol derdim Bekir’e, sivilcelerim var, acıyor. Hocam, derdi, sen şimdi harika hikâyeler yazıyorsun öyle mi, bende ne malzeme var, bir bilsen, bilsen. Kerem, öteki berber, yan koltukta başka bir müşteriyi tıraş ederken laf atardı Bekir’e. Anlat, anlat, derdi, karıları anlat. Nasıl baştan çıkardın onları, nasıl abi? Makası, makineyi bırakan Bekir etrafına bakardı önce, patron yoksa ses tonunu yükseltir, boğazını temizler, aynı aşk acısını anlatırdı her defasında. Bak hocam, geliyor aklıma parça parça, KHKH, ben askeriyeye karı sokmuş adamım, neydi o günler. Paraları topladım hespinden, dedim verin üçer beşer, alem yapalım bir, bir kendimizi bulalım. Aradım Leyla Abla’yı. Abla, dedim, askerdeyim, durum kötü, anlarsın halden sen. Kahkaha attı. (KHKH değil bu, KIHKIH) Ayol, aslanım ne zaman hayır dedim sana? Ne zaman gelsin? Abla, dedim, bu sefer yedi sekiz tane lazım. Param o kadarına yetiyor. Çüş, dedi, paradan haber ver yeter ki, elimde kim varsa göndereceğim. Neyse hocam, ben bunları soktum bir şekilde, soktum sokmasına da vuruldum bunları getiren kadına. Patronun karısı bu: Meltem. Bir aile sağlık merkezinde mi çalışıyormuş, hastanede mi, bilmiyorum artık, psikologmuş bu kadın. Bana kadının diğer işi neden yaptığını sorma, bilsem. Zaten aklın aldığı bir şey var mı benim hikâyemde? Gözleri doldu Bekir’in. Kadının hayali zihninde gezindi, saçları dolandı sözcüklerine, sustu. Ağlamaya başladı. (Bekir’in ağlamaları için de AKHKHKA kısaltmasını tercih ettim.) Sus Bekir. Kızıyor Berber Kerem. Kızıyor: Dükkanın küflenmiş koltuklarında üç beş kişi oturuyor sabahtan akşama dek. İş arıyorlar, burası sıcak, bulamayınca buraya geliyorlar, kovuyoruz, yine geliyorlar. Ne bileyim, patron düşünsün. Adam deli, arabaya atlıyor aklına eserse, gelmiyor günlerce. Bir keresinde kaza yaptı, takla attı aracı, kemikleri kırıldı, daha kaynamadan bunlar, iyileşmeden kendini sanayiye attı. Arabasını yepyeni etmek için uğraştı. Deli bizim patron, deli deli ama iyi adam. Rahat bırakıyor, karışmıyor, Bekir denen zırdelinin ne işi vardı burada yoksa? Sus sen de Bekir, ağlama. AKHKHKA. Etrafta kıllar, uçuşan saçlar, tıraş köpükleri, hijyenden azade bir dükkan, aynada yansıyan ben, ağlayan Bekir. Mutluyum.

Beni bir keresinde muayenehanesine çağırdı, dedi Bekir. Otur Bekir. Hoş geldin. İyi, hoş adamsın. Neden kollarını böyle kestin, her yerin faça dolu? Hocam, bu kadın o değil sanki. O alemi iyi bilirim ben, o yolun yolcuları böyle olmaz ki, bu profesör gibi, ne bileyim, büyük bir kadın olmuş öyle konuşuyor. Aşığım o biçim, dedim ki bunlar dertten kederden değil doktor hanım, bunlar zevkten, zevkten, öyle kral yaşadım ben, o biçim keyif aldım bunları yaparken. Anlat, dedi Meltem. Doktor olanı. Doktor Hanım, sesimi gür çıkardım, benim sorunum şu: Üstümde takım elbise olduğu zaman kendimi güçlü hissediyorum. Böyle kösele ayakkabılarım zemine vuracak tak tak, KHKH, o zaman çok yakışıklı hissediyorum, Allah inandırsın bu şekilde düğünlerde çok kız tavladım. Yeter ki giyeyim takım elbiseyi. Şimdi bakmayın kusuruma, dedim doktora hocam, spor giyinince, tişört, eşofman filan geçirince üstüme olmuyor, kötü buluyorum kendimi. Siz de ondan sevmediniz çok açık ki. Söyleyin Meltem Hanım. Size Meltem desem? Deri bir koltukta, üstünde beyaz önlük, yakasında birkaç yazı, tırnaklarında oje, baştan aşağı süzdüm kadını. Sende, dedi Bekir, ben anlayacağın dilde söyleyeyim, hayalcilik var. Gerçek olmayan şeyleri hakiki sanıyorsun. Güçlü bir hikâye uydurma yeteneği de var beri yandan, denedin mi yazmayı hiç? (Kendime not: Bekir bana bunu bu şekilde anlatınca biraz işkillenmedim değil ama elim mahkûm, devam ettim dinlemeye) Şimdi hocam ben bu kadını biliyorum, tanıyorum. Bana ayar veriyor, diyor ki beni gördün ama söylemeyeceksin öteki işimi, yoksa bitiririm işini, ha, aptal değilim ben, icabında anlarız en mühim meseleyi hemen. Tamam, dedim içimden, seviyor, seviyor da durumun önemine binaen böyle olması gerekliymiş gibi davranıyor. Mesele yok hocam. KHKH. İşimizi biliriz biz. Yıllar geçmiş.  Benden iyi kimse bilemez kadınları. Birkaç ay devamlı gittim Meltem’e. Bir keresinde elimi tuttu, iyi adamsın, dedi. Beni bırakmıyor benim adam, yoksa, yoksa, dedi, sustu sonra, karardı gün. Patron Hamit’in yanına gittim cesaretimi toplayıp. Aga, dedim, aga, Meltem’i bana ver, ne istersen yaparım. Güldü. (Ağlama-gülme karışımı. Biraz boğulma. HK HK.) Bas git lan, it. Dükkandan kaptığım Alman işi keskin makası sapladım boğazına. Sesler geldi. HK HK. Sonra sustu, gün karardı.

Dükkana giren üç kadın. Aynalardan izliyorum. Ağlayan, gülen Bekir’e soruyor biri: Şu parfümler ne kadar? Ne kadarın var, araya giriyor Kerem. Beş liram var, üstünü tamamlarız, içeri dalıyorlar, tamamlayalım mı, geçelim mi şu odaya hı? Kahkahalar. (Terbiyesiz olanı, cazgır mahiyette. AH KH.) Taze taze, alalım üç tane haydi, ver on liraya. Defolun gidin, araya giriyor patron. Patron nereden çıktı? Arabam, arabam bozuldu yine. Çıkın dışarı, naş. Arabam, asabım bozuk. Kel kafasından bir ışık yayılıyor, gözümü alıyor aynadan. Kadınlar kasadan para çalmış mıdır, diyorum. Patron kederli. Arabasının karakalem çizimlerini öpüyor. Diyorum, bunlar kötü kadınlar, kötü insanlar. Hespi aynı insanların, diyor Bekir. Tümü kötü. Çiçekli fistanları, fistanlarında solmuş çiçekleri ve mağlubiyet öyküleriyle başka bir dükkana koşuyor kadınlar. Onların ucuz et dönerciye -60 gr-6 tl, 80 gr-8tl, 100 gr-10 tl- girip üç tane ver on liraya dediklerini, dönercinin aklının onlarda kaldığını aslında, oradan kovulduklarını ve kargaşa esnasında tepsiye yığılmış et parçalarından aşırdıklarını hissediyorum; genç olanının sinsi kedinin azgın pençelerine bir et parçası attığını da. Bekir, benim kadınım hespinden güzel, dünyanın tüm kadınlarından güzel, diyor. (Bekir’in hepsi yerine hespi dediğini fark ettim, bozuntuya vermedim.)

Hocam, hele ben sana Tarsus-Adana yolundaki kız maceramızı anlatsam inanmazsın, başkaydı o zamanlar, deli çağlarımızdı. Arkadaşlarla iddialaştık, gece yarısıydı, sarhoştuk körkütük, gidemezsin lan Bekir dediler, üç saate varamazsın Mersin’e. Giderim koçlar dedim. Bastım gaza, gazımız da yok. Gittim annemden istedim elli lira, tövbe oğlum dedi, kokuyor ağzın leş, git, kaza yaparsın, itekledim beni doğuranı, yatağının altına gizlediği örtüyü açtım, yüz lirasını aldım, ağlıyordu (AH K AH), elini öptüm, selametle git, dedi. Bastık gaza, keyifler gıcır, kahkahalar, HHKAHKA, Mersin’e vardık ama sarhoşum, nasıl gittim hatırlamıyorum, üç kadın el etti bize, arabaları bozulmuş, rüya gibi, arkadaşlarla birbirimize baktık, mutluluk. Olduk mu, üç biz üç onlar, altı kişi, sıkış tıkış gidiyoruz. Gazımız bitiyor, para yok. Orada gördüm ilk kez Meltem’i. Birisi o. Şimdi anımsıyorum ha, bak o da o. Demek ki bu kadın bir şeytan, bir cin. Biliyorum, buldum, KHKH, bu bir şeytan.

İçeri giren eli-beli silahlı adamlar. Aynalardan yansıyan korku. Bu deliyi alın lan, diyor en şişkosu. Beni gösteriyor, bu da tekin değil. Hikâyeciyim diyorum, Bekir’in hikâyesini yazarım. Elbette, diyor en şişkosu. Ben sizin ifadenizi alayım bir, istediğin zıkkımı yaz sonra. Bekir KHKH. Sürüklüyor beni. On liram var diyorum. Vereyim, bırakın beni, edepsizce haykırıyorum. Kedi  miyavlıyor, sinsi. Dövüyor beni şişko. Konuşuyorum: Anlatacaklarım bu kadar, daha ne diyeyim, ne söyleyeyim? Ne kaldı geriye, ne kaldı? Bakma, şimdi tipimiz bozuldu, yaşlandık, öyle yakışıklıydım ki, öyle çekici hatta. İnanmazsın ha, inanmazsın değil mi? Bu ne biçim yazar diyor aynadaki. Ne berbat öykü. Ne tuhaf kurgu. Kadına dönüşüyor dövenin biri. Soruyor: Bu kolundakiler ne? Sende, diyor yazar, ben anlayacağın dilde söyleyeyim, hayalcilik var. Gerçek olmayan şeyleri hakiki sanıyorsun. Güçlü bir hikâye uydurma yeteneği de var beri yandan, denedin mi yazmayı hiç? Ağzımdan akarken kanlar yeni kesilmiş saçlarım uçuşuyor. Gülümsüyorum. KHKH.



No comments:

Post a Comment