İyi iyi de biraz deli.
Anlatacaklarım bu kadar, daha ne diyeyim, ne söyleyeyim? Ne
kaldı geriye, ne kaldı? Bakma, şimdi tipimiz bozuldu, yaşlandık, öyle
yakışıklıydım ki, öyle çekici hatta. İnanmazsın ha, inanmazsın değil mi? İnan,
inan, yalanım yok. Saçlarım döküldü, psikolojim bozuldu ya ondan. Buralar hep
benden sorulurdu, yanlış anlama, parasını vermeyen bir adam vardı mesela, ben
gidip şöyle başımı soldan sağa bir kırdım mı borç işi kapanırdı hemen. Büyük
adamdım, büyük yaşadım, büyük öldüm. Öldüm, yalanım yok, o kadın beni terk
edince, patronun karısı beni bırakınca öldüm, öldüm hocam.
Bu adamın anlattıklarına inanmam gerekiyor. Ona, senin hikâyeni yazacağım Bekir, dedim. Gözleri parladı, kafasını iki yana salladı kayık
edip. Başım döndü, hikâye bulandı biraz. Anlat, dedim, en baştan başla. Aklıma
gelmiyor ki, dedi. Hocam her detayı burada, kafasına sertçe vurdu tarakla,
kıllar uçuştu, bana ait kıllar onun kalın kaşlarına yapıştı, güzelleşti Bekir,
erkekleşti, bana dönüştü, burada tüm
hikâyeler, e artık sen çıkaracaksın oradan onları, kahkaha attı. (Bu kahkahayı
yazıya dökmek zor olduğu için KHKH şeklinde kısaltmayı ve hikâye bütünlüğünü korumayı amaçladım. KHKH’lerde Bekir’in kaşları burnuna doğru inerken üst
dudağı yukarı yükseliyor, dişleri ışıldıyor.) Dükkanda üç berber daha vardı. En
yaşlısı buydu belli ki. Sarı saçlısı yakışıklıydı, durgundu her zaman. Elindeki
fırçayla dökülen saçları, kılları temizler, tebessüm ederdi Bekir’in
anlattıklarına. Aynalardan yansıyan dükkanı seyrederdim ben, oradan izlerdim
Bekir’i, gözümü ayırmazdım ondan. Bazen mutfak kısmından yemek kokuları
yükselirdi, sinsi bir kedinin kapıdan içeri sızdığını, muhtemelen ucuz sıvı
yağda kavrulan sebzelerin kokusuna gittiğini, içeride tası çanağı devirip kör
pencereden kaçtığını da hissederdim. Başım dönerdi, yavaş ol derdim Bekir’e,
sivilcelerim var, acıyor. Hocam, derdi, sen şimdi harika hikâyeler yazıyorsun öyle mi, bende ne malzeme var, bir bilsen, bilsen. Kerem, öteki berber, yan
koltukta başka bir müşteriyi tıraş ederken laf atardı Bekir’e. Anlat, anlat,
derdi, karıları anlat. Nasıl baştan çıkardın onları, nasıl abi? Makası,
makineyi bırakan Bekir etrafına bakardı önce, patron yoksa ses tonunu
yükseltir, boğazını temizler, aynı aşk acısını anlatırdı her defasında. Bak
hocam, geliyor aklıma parça parça, KHKH, ben askeriyeye karı sokmuş adamım,
neydi o günler. Paraları topladım hespinden, dedim verin üçer beşer, alem
yapalım bir, bir kendimizi bulalım. Aradım Leyla Abla’yı. Abla, dedim,
askerdeyim, durum kötü, anlarsın halden sen. Kahkaha attı. (KHKH değil bu, KIHKIH) Ayol, aslanım ne zaman hayır dedim sana? Ne zaman gelsin? Abla, dedim, bu sefer
yedi sekiz tane lazım. Param o kadarına yetiyor. Çüş, dedi, paradan haber ver
yeter ki, elimde kim varsa göndereceğim. Neyse hocam, ben bunları soktum bir
şekilde, soktum sokmasına da vuruldum bunları getiren kadına. Patronun karısı
bu: Meltem. Bir aile sağlık merkezinde mi çalışıyormuş, hastanede mi,
bilmiyorum artık, psikologmuş bu kadın. Bana kadının diğer işi neden yaptığını sorma, bilsem.
Zaten aklın aldığı bir şey var mı benim hikâyemde? Gözleri doldu Bekir’in.
Kadının hayali zihninde gezindi, saçları dolandı sözcüklerine, sustu. Ağlamaya
başladı. (Bekir’in ağlamaları için de AKHKHKA kısaltmasını tercih ettim.) Sus Bekir. Kızıyor Berber Kerem. Kızıyor: Dükkanın küflenmiş koltuklarında üç beş kişi oturuyor
sabahtan akşama dek. İş arıyorlar, burası sıcak, bulamayınca
buraya geliyorlar, kovuyoruz, yine geliyorlar. Ne bileyim, patron düşünsün.
Adam deli, arabaya atlıyor aklına eserse, gelmiyor günlerce. Bir keresinde kaza
yaptı, takla attı aracı, kemikleri kırıldı, daha kaynamadan bunlar, iyileşmeden
kendini sanayiye attı. Arabasını yepyeni etmek için uğraştı. Deli bizim patron,
deli deli ama iyi adam. Rahat bırakıyor, karışmıyor, Bekir denen zırdelinin ne
işi vardı burada yoksa? Sus sen de Bekir, ağlama. AKHKHKA. Etrafta kıllar,
uçuşan saçlar, tıraş köpükleri, hijyenden azade bir dükkan, aynada yansıyan ben, ağlayan Bekir. Mutluyum.
Beni bir keresinde muayenehanesine çağırdı, dedi Bekir. Otur
Bekir. Hoş geldin. İyi, hoş adamsın. Neden kollarını böyle kestin, her yerin
faça dolu? Hocam, bu kadın o değil sanki. O alemi iyi bilirim ben, o yolun
yolcuları böyle olmaz ki, bu profesör gibi, ne bileyim, büyük bir kadın olmuş
öyle konuşuyor. Aşığım o biçim, dedim ki bunlar dertten kederden değil doktor
hanım, bunlar zevkten, zevkten, öyle kral yaşadım ben, o biçim keyif aldım
bunları yaparken. Anlat, dedi Meltem. Doktor olanı. Doktor Hanım, sesimi gür
çıkardım, benim sorunum şu: Üstümde takım elbise olduğu zaman kendimi güçlü
hissediyorum. Böyle kösele ayakkabılarım zemine vuracak tak tak, KHKH, o zaman
çok yakışıklı hissediyorum, Allah inandırsın bu şekilde düğünlerde çok kız
tavladım. Yeter ki giyeyim takım elbiseyi. Şimdi bakmayın kusuruma, dedim doktora
hocam, spor giyinince, tişört, eşofman filan geçirince üstüme olmuyor, kötü
buluyorum kendimi. Siz de ondan sevmediniz çok açık ki. Söyleyin Meltem Hanım.
Size Meltem desem? Deri bir koltukta, üstünde beyaz önlük, yakasında birkaç
yazı, tırnaklarında oje, baştan aşağı süzdüm kadını. Sende, dedi Bekir, ben
anlayacağın dilde söyleyeyim, hayalcilik var. Gerçek olmayan şeyleri hakiki sanıyorsun. Güçlü bir hikâye uydurma yeteneği de var beri yandan, denedin mi
yazmayı hiç? (Kendime not: Bekir bana bunu bu şekilde anlatınca biraz
işkillenmedim değil ama elim mahkûm, devam ettim dinlemeye) Şimdi hocam ben bu
kadını biliyorum, tanıyorum. Bana ayar veriyor, diyor ki beni gördün ama
söylemeyeceksin öteki işimi, yoksa bitiririm işini, ha, aptal değilim ben,
icabında anlarız en mühim meseleyi hemen. Tamam, dedim içimden, seviyor,
seviyor da durumun önemine binaen böyle olması gerekliymiş gibi davranıyor.
Mesele yok hocam. KHKH. İşimizi biliriz biz. Yıllar geçmiş. Benden iyi kimse bilemez kadınları. Birkaç ay
devamlı gittim Meltem’e. Bir keresinde elimi tuttu, iyi adamsın, dedi. Beni
bırakmıyor benim adam, yoksa, yoksa, dedi, sustu sonra, karardı gün. Patron
Hamit’in yanına gittim cesaretimi toplayıp. Aga, dedim, aga, Meltem’i bana ver,
ne istersen yaparım. Güldü. (Ağlama-gülme karışımı. Biraz boğulma. HK HK.) Bas
git lan, it. Dükkandan kaptığım Alman işi keskin makası sapladım boğazına.
Sesler geldi. HK HK. Sonra sustu, gün karardı.
Dükkana giren üç kadın. Aynalardan izliyorum. Ağlayan, gülen
Bekir’e soruyor biri: Şu parfümler ne kadar? Ne kadarın var, araya giriyor
Kerem. Beş liram var, üstünü tamamlarız, içeri dalıyorlar, tamamlayalım mı,
geçelim mi şu odaya hı? Kahkahalar. (Terbiyesiz olanı, cazgır mahiyette. AH
KH.) Taze taze, alalım üç tane haydi, ver on liraya. Defolun gidin, araya
giriyor patron. Patron nereden çıktı? Arabam, arabam bozuldu yine. Çıkın
dışarı, naş. Arabam, asabım bozuk. Kel kafasından bir ışık yayılıyor, gözümü alıyor aynadan.
Kadınlar kasadan para çalmış mıdır, diyorum. Patron kederli. Arabasının karakalem çizimlerini öpüyor. Diyorum, bunlar kötü kadınlar, kötü insanlar.
Hespi aynı insanların, diyor Bekir. Tümü kötü. Çiçekli fistanları,
fistanlarında solmuş çiçekleri ve mağlubiyet öyküleriyle başka bir dükkana
koşuyor kadınlar. Onların ucuz et dönerciye -60 gr-6 tl, 80 gr-8tl, 100 gr-10
tl- girip üç tane ver on liraya dediklerini, dönercinin aklının onlarda
kaldığını aslında, oradan kovulduklarını ve kargaşa esnasında tepsiye yığılmış
et parçalarından aşırdıklarını hissediyorum; genç olanının sinsi kedinin azgın
pençelerine bir et parçası attığını da. Bekir, benim kadınım hespinden güzel, dünyanın
tüm kadınlarından güzel, diyor. (Bekir’in hepsi
yerine hespi dediğini fark ettim,
bozuntuya vermedim.)
Hocam, hele ben sana Tarsus-Adana yolundaki kız maceramızı
anlatsam inanmazsın, başkaydı o zamanlar, deli çağlarımızdı. Arkadaşlarla
iddialaştık, gece yarısıydı, sarhoştuk körkütük, gidemezsin lan Bekir dediler,
üç saate varamazsın Mersin’e. Giderim koçlar dedim. Bastım gaza, gazımız da
yok. Gittim annemden istedim elli lira, tövbe oğlum dedi, kokuyor ağzın leş,
git, kaza yaparsın, itekledim beni doğuranı, yatağının altına gizlediği örtüyü
açtım, yüz lirasını aldım, ağlıyordu (AH K AH), elini öptüm, selametle git, dedi. Bastık gaza, keyifler gıcır, kahkahalar, HHKAHKA, Mersin’e vardık ama
sarhoşum, nasıl gittim hatırlamıyorum, üç kadın el etti bize, arabaları
bozulmuş, rüya gibi, arkadaşlarla birbirimize baktık, mutluluk. Olduk mu, üç
biz üç onlar, altı kişi, sıkış tıkış gidiyoruz. Gazımız bitiyor, para yok.
Orada gördüm ilk kez Meltem’i. Birisi o. Şimdi anımsıyorum ha, bak o da o.
Demek ki bu kadın bir şeytan, bir cin. Biliyorum, buldum, KHKH, bu bir şeytan.
İçeri giren eli-beli silahlı adamlar. Aynalardan yansıyan
korku. Bu deliyi alın lan, diyor en şişkosu. Beni gösteriyor, bu da tekin
değil. Hikâyeciyim diyorum, Bekir’in hikâyesini yazarım. Elbette, diyor en şişkosu.
Ben sizin ifadenizi alayım bir, istediğin zıkkımı yaz sonra. Bekir KHKH.
Sürüklüyor beni. On liram var diyorum. Vereyim, bırakın beni, edepsizce haykırıyorum. Kedi miyavlıyor,
sinsi. Dövüyor beni şişko. Konuşuyorum: Anlatacaklarım bu kadar, daha ne diyeyim,
ne söyleyeyim? Ne kaldı geriye, ne kaldı? Bakma, şimdi tipimiz bozuldu,
yaşlandık, öyle yakışıklıydım ki, öyle çekici hatta. İnanmazsın ha, inanmazsın
değil mi? Bu ne biçim yazar diyor aynadaki. Ne berbat öykü. Ne tuhaf kurgu.
Kadına dönüşüyor dövenin biri. Soruyor: Bu kolundakiler ne? Sende, diyor yazar, ben
anlayacağın dilde söyleyeyim, hayalcilik var. Gerçek olmayan şeyleri hakiki sanıyorsun. Güçlü bir hikâye uydurma yeteneği de var beri yandan, denedin mi
yazmayı hiç? Ağzımdan akarken kanlar yeni kesilmiş saçlarım uçuşuyor.
Gülümsüyorum. KHKH.
No comments:
Post a Comment