Gözlerimizi açtığımızda kendimizi burada, bu tarih öncesi
–her ne demekse- yerde bulduk Çetin. İşte, filmlerdeki gibi -her şey maketten- Adını
sanını bilmediğim büyük kuşlar, dinozorlar, çeşitli yırtıcılar. Kırmızı bir gök
ve oradan dökülenler. Sakindin, uslu. Saçların omzuna dökülmüştü, oysaki
kısacık kestirirdin hep, üç numara. Burnunun sivriliği azalmıştı, parlamıştı
cildin, uysallaşmıştın besbelli. Neredeyiz Çetin? Ses etmedin. Zaten
konuşmazdın. Endişe etmedim bu nedenle. Kızıl bir ormanın içinde yürüdün, seni
takip ettim, seni izledim.
Çıkmıyor odadan günlerdir. Onu izliyorsun sen de. Ağzına tek
lokma koymadı. Ansiklopedinin birini bitiriyor, öbür cildine başlıyor Çetin. Aralıksız.
Çöpten getirmişti babası, cilt cilt taşımıştı odaya. Aralıksız. Köşede küçük
tüp, çay kaynıyor. Bunu iyi biliyorsun. Çekmecesini açıyorsun, tertipli, her
şey yerinde, muntazam. Misina, cımbız, beş kutu kibrit, sakal fırçası, ayakkabı
fırçası, yıldız uçlu tornavida, minik bir pense, on adet mektup zarfı, dörtlü
kalem pil, birkaç parça renkli duy, deste deste sayısal loto ve şans topu
kâğıdı, ucuz tükenmez kalem, adi bir urgan, iskambil destesi, kulak temizleme
çubuğu, çakmak, iki küçük mücevher kutusu. Ondaki düzene hayran oluyorsun,
olmamak elde değil. Sana bakıyor, gülümsüyor, önüne dönüyor, çayını tazelemeni
istiyor kaş göz yaparak. Konuşmuyor. Belki dili yok, belki aklı. Zaman maddesini işaret ediyor: “Zaman,
göreceli bir kavramdır. Zaman içinde olduğumuz üç mekân ve bir zaman boyutlu
uzayzamanın soyut olan boyutu olarak da kabul edilir. Aristo'ya göre zaman
hareket eseri ortaya çıkmıştır o halde zaman hareketin ürünüdür.” Daha bir sürü
ifade. Sayısal loto kâğıdının arka yüzündeki pembe sözcüklerin üstünü karalıyor
o muazzam yazısıyla: “Zamanda yolculuk, zaman içinde belirli noktalar
arasındaki hareket, bir nesne ya da bir kişi tarafından uzayda farklı noktalar
arasındaki harekete benzer şekilde, tipik olarak bir zaman makinesi veya bir
solucan deliği olarak bilinen varsayımsal bir aygıtın kullanılması ile hareket
kavramıdır.” Dürtüyorsun onu, yapma, diyorsun, Çetin öyle bir madde yok orada,
yapma, nereden geldi o sözcükler aklına, inceliyorsun ansiklopediyi, sararmış,
ölü sayfalarında geziniyor gözlerin, yok, yok öyle bir madde. Zamanla ilgili
bilmem ne kadar bilgi var, yok o, yok. Günlerdir çıkmıyor odadan.
Annesi arıyor. Kocamı dövdüler hainler, ağzı salyalı
köpekler öldüresiye vurdular erime, öldüresiye. Sakinim. Çetin’i soruyorum. O
deli, o zırdeli kapadı kendisini odasına, neler geldi başıma, neler oldu
hanemde, umurunda mı, onu doğuracağıma kör bir buzağı doğursaydım, ah, yardım
et. Çetinlere çıkan merdiven sayısı 261. Yaklaşık on iki dakikada varıyorum
evlerine. Dikkatli olmam gerekir, İrfan ve çetesine yakalanmamam gerek,
kıvrılıyorum yeşilliklerin yanından, akmış lağım suyu kanallarının kokusunda
gizlenerek geçiyorum evlerine. Çiçek olsam açmazdım, ölürdüm bu kokuda, ölürdüm
bu yanlış yaşamda. Annesi sarılıyor, yüzündeki çilleri parlıyor, bana bakıyor,
gülümsüyor, önüne dönüyor, kanepede ağzı gözü kan içindeki kocasını gösteriyor.
Adı neydi babanın, neydi, anımsamıyorum, başım ağrıyor. Bacaklarına platinler,
demirler, metal bir şeyler takmışlar, ürkütücü. Gözleri mosmor. Neden yaptılar
amca, diyorum. Konuşamıyor, gözlerinden süzülen yaşlar. Anne, elime para
tutuşturuyor. Birkaç gün idare et, benim gitmem gerekiyor, bu annenin kötü anne
olduğunu, kötü gün annesi olmadığını biliyorum. Olanları gördüm, bir akrabası
ile, Camo diye tuhaf isimli bir adamla birlikte olduğunu. Onunla civardaki
apartmanların çöplerini alırken samimi olmuşlar, bu dayak yiyen baba da tabii,
aklına esmiş, köye gideceğim, demiş, Ne varsa köyde, ne varsa, aynısı burada da
var, sefalet, koku, hepsi var. Gideceğim de gideceğim diye tutturmuş. Köyü
şehre taşımışlar zaten. Kokulu, terli ve dertli yolculukların ardından köyde
kalmış bir hafta bu baba, bırakmış karısını, çocuklarını, orada mutluyum demiş,
gelmeyeceğim, demiş hatta, zar zor ikna olmuş dönmeye. Gelince de bir sinirli
olmuş, bir deli, önüne gelene çatmış, kaşın var, niye, ters baktın, düz gittin,
niye, kavgalar, gürültüler, yürüyüşü filan değişmiş, posta koyar olmuş, İrfan
ve çetesine de kafa tutmuş sonunda. Bile bile lades. İrfan sen bunu önce
doberman köpeklerine parçalat, etini sıyırt, kopart, sonra taklacı
güvercinlerin pençe pençe deşsinler adamın gövdesini. Ne oldu, diyorum babaya
bakıp, ne oldu? Biliyorum, anne bunun yokluğunda adama aşık olmuş, insanın
gönlü bu, yargılamak bana düşmez, kınama kınanacak hâle gelirsin, bırakmış
çoluğu çocuğu kadın, taşınmış bu akrabanın evine, evi Karşıyaka’ya çıkarken
fırının hemen ilerisindeymiş. Tövbe, tövbe, birkaç gün sonra kara bıyıklı,
tekinsiz adamlar girip çıkar olmuş eve, fırından aldıkları taze, tüten
ekmeklerle poşet poşet girip çıkmışlar, tövbe, annenin uzun saçları kesilmiş,
boyanmış, makyaja boğulmuş kadın, gören ‘buna ne oldu, bu kötü kadın yuvasını
yıktı, tuh’ diyesiymiş ve çocuklarının elini yüzünü kapatıp çekiştirerek temiz
hayatlarına dönüyorlarmış. Baba gelince köyden ve yiyince dayağı, e bir de bu
hâle düşünce gelmiş annesi ve beni aramış işte. Tabii, Çetin’in bu olanlara
tepkisini bilmiyorum, odadan çıkmadı hiç. Kapıyı çalıyorum açmıyor, baba ve göz
yaşları, kayıp anne. Çocuklar da ortada yok. Köye gitmişler, gidecekseniz neden
geldiniz, neden, neden, güzel şehri, mis kokulu şehri işgal ettiniz,
öfkelendim. Babaya bakıyorum acır gözlerle, anne gitmiş ama geride bıraktığı
parfüm kokusu ciğerimizi yakıyor. Öksüren ben, öksüren baba ve zonklayan metalleri.
Hissediyorum.
El ele tutuşuyorlar. Çetin onu banyoya götürüyor. Banyo ve
tuvalet bir arada. Bir sarı hortum uzanıyor taharet musluğundan. Kenarda bir
elektrik kablosu. Çıplak ucu su kovasına batırılıyor. Isınıyor su dakikalar
içinde. Mis gibi oluyor. Sırtını ovala Çetin’in. Bir boğuşmanın izleri var.
Maşrapanın dibindeki kaygan zaman artığı. Dokun ona. Tiksin. Çetin, tavanı
işaret ediyor sivri burnuyla. Küf küf akıyor tavan. Devrildi devrilecek,
yıkılacak mekân. Gülümsüyor Çetin. İçeride anne ve babanın sesi iç içe geçmiş
hâlde yükseliyor: Köye gideceğim. Kavgalar, inleyen bebeler, kırılan camlar,
sarsılan ev, görüyorsun, eve intikal eden belirsiz kişiler. Kim bu adam, diyor,
annenin babanın ağzı açık, titriyor, damadımız, diyor annen, adamın yüzü
bereli, elindeki fotoğrafı parçalıyor, görmediniz, duymadınız bu adamı,
tanımıyorsunuz tamam mı, tanırsanız ölürsünüz, tamam mı, havaya savrulan
pompalının parçaladıkları, yutkunmalar, Çetin sakin. Sakinsiniz. Kaçak
elektriğin götürdükleri, patlamalar.
Sonra Çetin, biliyorsun, yıkıldı banyo, eridi sarı hortum.
Eridi duvarlar, elimden tuttun, sürükledin. Çıplaktın, çıplaktım. Eridi
gözlerim. Açamadım. Dokundum ve gördüm: Gözlerimizi açtığımızda kendimizi
burada, bu tarih öncesi –her ne demekse- yerde bulduk Çetin. İşte, filmlerdeki
gibi. Maketten kuşlar, dinozorlar, yırtıcılar. Kırmızı bir gök ve oradan
dökülenler. Saçların omzuna dökülmüştü, kaçıyordun birilerinden. Burnunun
sivriliği azalmıştı, parlamıştı cildin, uysallaşmıştın besbelli. Neredeyiz
Çetin? Ses etmedin. Sen bu evin evladı değil miydin? Kızıl bir orman maketinin içinde
yürüdün, seni takip ettim, seni izledim. Odana girdin, kapıyı açtın, annenin el
ettiği adamlar, babanı parçalamaları, annenin kötü biri olması, senin tümünü
izlemen, benim erimiş gözlerle tümünü izlemem, iri gözlü taklacı maket kuşların
tümümüzü –böyle bir sözcük var mı?-
izlemeleri, kapını kimsenin çalmaması, benim dahi çalmamam. Çekmecene gitmesi
elinin. Pembe sözcüklerin üstünü karalaman. Tümünün. İki küçük mücevher
kutusunda büyüttüğün örümcek yavrularını serbest bırakman. Kaçışmaları ve
sızmaları banyoya. Fokurdayan su kovasına doluşmaları, ölü gövdelerinde
boğuşmanın izleri. Yere saçılması çekmece güzelliklerinin. Dağılman, gözlerime
bakman, köşede, küçük tüpte çayın kaynaması. Kollarına dokunmam, maket
kollarının erimesi.
Babanın ansiklopedileri içeri taşıması. Aralıksız.
No comments:
Post a Comment