July 07, 2021

BUDALA

“Hem sonra, gerçekten mutsuz olabilir mi bir insan? Ah, mutlu olmaya gücüm varsa, hüzün ve felaketin ne anlamı olabilir? Biliyor musunuz, bir ağacın yanından geçeceksiniz, onu göreceksiniz ve mutlu olmayacaksınız ha, işte bunu aklım almaz.  
                            Fyodor Mihayloviç Dostoyevski//Budala 

Bulunduğumuz kasabanın yakınlarına büyük bir cisim düşmüş, öyle diyorlar. Babaannemi uyandırmaya çalışıyorum, uyan uyan nene, bak bir şey düşmüş diyorlar yakınlara, uçak mıymış gemi mi, büyük bir ağaç mı ne, kalk gidelim. Uyanmıyor, çenesindeki kır sakallardan birisi kopuyor tutunduğundan, uçuşuyor. Yakalayamıyorum, eriyor boşlukta, yitiyor. Acaba, böyle mi düşmüştür o cisim, yere mi çakılmıştır, uzaylı filan mıdır içindeki, nedir, nedir nene? Sarsıyorum nenemi. Hâlâ güzel. 

Gençliğinde dedemin onu nasıl kaçırdığını anlatmıştı bana. Tabii, her seferinde iki farklı versiyonla çıkıyordu karşıma. Birinde dedem köyün bıçkın delikanlısı oluyor, toprak damın tepesine çıkıyor, verecekseniz onu bana, yoksa kendimi keserim, keserim namusuma, diyor, eline aldığı kör bir testere ile bileklerini deşiyor ve akan kanı beyaz bir beze damlatıp bacadan mutfak girişine bırakıyor. Külle kararan bezi açan yengesi, tuh, diyor, ırz düşmanı, öz amca kızına sarkıyor, seni akşam yem ettirmezsem amcana, amcanın itlerine. Kararıyor hava, baygın ve ölümüne damda yatan dedemi, kırık merdivene gizlice tırmanan nenem buluyor ve kaçıyorlar el ele. Nedense dedemin kesik kollarının nasıl iyileştiğini, damdan uçarcasına kaçışlarını anlatmıyor nenem bu versiyonda. Koşa koşa geçtik tarlaları, gülümsüyorduk, kimse tutamazdı bizi, komşu evlerin öfkeli itleri, toprağı bıçaklayan çaresiz çocukları, başka bir öyküde okulun bahçesinde Deli Emine’yi öldüren iblisler durduramazdı mesela, muhtar, muhtarın Almanya’da eğitim görmüş ve bana aşık ukala oğlu Kerem önleyemezdi gidişimizi. Diğer versiyonunu anlatırken nenemin gözleri dolardı hep. Bu kez muhtarın oğlu Kerem dama çıkar, dedemi esir alır, bileklerini keser hatta ve bu deliyi, bu deliyi yaşatmamak lazım, derdi. Bu budala nerede ağaç görse ona sarılır, titrer, kendinden geçer, deli bu, budala. Ben, ben öyle miyim Hasan Amca? Değilim, okudum ben, kocaman adam oldum, malım mülküm yerinde. Zenginim, Sümbül’ü çiçekler gibi yaşatırım. Kanları oluk oluk akan dedem Kerem’in kollarında can vermek üzereyken nenem yine çıkardı dama. Yapma, etme sözlerine rağmen dilim dilim edilen dedemin etlerini azgın itlere atardı Kerem, nazikçe gülümser ve sevgilim, derdi, gidelim. 

Donup kalan nenem çaresiz düşerdi yollara düşmesine ama Arpaçay’a yakın, nehrin hemen kıyısında beliren bir cisimde kendi suretinde ve dahi dedemin bire bir, güçlü kopyası şeklinde iki kişinin üzerlerine geldiğini görürdü. Titrerdi bana aktarırken. Sararmış göz akları kaybolurdu. Deden ve ben, derdi, o ağaç gibi şeylerden çıkıp ben ve Kerem’e doğru yürürdük, tebessüm ederdik hâliyle yabancı biz, Kerem ve ben ise korkardık. Bilinmezden kim korkmaz. Kerem, siz kimsiniz ulan, derdi. Biri bizimle alay ediyor. Bu köyün cahilleri yetti artık. Silahını çıkarır, tarardı diğer bizi. Durdurmak isterdim, yakalayamazdım, erirdi boşlukta, yiterdi mermiler. Üstümüze gelirken diğer biz, Allah’ım yardım et, yardım et, şeytan bunlar, iblis, diye haykırırdı Kerem. Ben sakinleşirdim. Sarılırlardı bize sıkıca. Sıkıca. Kemiklerimiz kırılasıya, gök yarılasıya dek. Gözlerimi açtığımda dedenin parça parça etlerden oluşan görkemli bir ağaca dönüştüğünü, dirildiğini görürdüm her defasında. Benim, bana sarılan benle güçlendiğimi ve Kerem’in Arpaçay’ın sularında köpük köpük derin bir uykuya aktığını fark eder, umutla ağaca koşardım. Dedenin elleri ayakları olmuştu dallar. Bir hışırtıyla yaprak yaprak sarardı gövdemi. Tomurcuklanırdı. Her gün gider, bakardım doya doya, yapraklarına dokunmaya kıyamazdım. Böyle, böyle mutlu yaşadık bir ömür. 

Nene, uyanacak mısın, gelmişler, gelmişler, ağaca dönüştürenler hani. Gözleri açılıyor nenemin. Gelmeyeceklerdi, diyor, söz vermişlerdi. Garip, dönmeyeceklerdi bir daha. Öyle anlaşmıştık. Ne oldu, ne oldu, bir şey mi oldu dedene, ne oldu, tuh. 

El ele gidiyoruz bir zamanlar köy olan yerlere. Yeşil, ferah, ışıklı olan hani. Ağaçlı olan. Nenem dermansız, zor yürüyor, zaman alıyor ilerlememiz. Yürüdükçe eridiğini, eridikçe anımsadığını ve olan biteni anımsadıkça tümünü unutmaya, öyküsünü, dedemi, onları, diğerlerini, verdiği sözleri unutmaya çalıştığını biliyorum. Nene, diyorum, geldiler, geldiler işte. Neden doğruyu söyledin bana, yani, madem ilk versiyon yalandı, neden yalan söyledin? İkisini birden söyleyince yalan sayılır mı, nene? Konuşacak dermanı yok nenemin. Yapraksız, asırlar önce ölmüş bir ağaca dayalı merdivene tırmanıyor. Gözden kayboluyor. Bekliyorum, gelmiyor, yok, gelmiyor. Yapraksız ağaç yemyeşil gizliyor onu. “Merdivenin ilk basamaklarında mahkûmun yüzünde renk yoktu, basamaklarda yükselip sehpaya çıktığında birden kâğıt gibi bembeyaz kesildi yüzü. Bacaklarında derman kalmamış olmalıydı; tıkanıyormuş, soluk alamıyormuş, bu yüzden içi bulanıyormuş gibiydi. Korktuğunuz veya çok kötü olduğunuz, beyninizin durduğu, elinizden hiçbir şey gelmediği bir anda kendinizi öyle hissettiğiniz oldu mu hiç?” Elimden bir şey gelmiyor. Nene, nene? Budala’dan satırlar okumaya devam ediyor: “— Olamaz! Okumanızı söylemiş olamaz! Yalan söylüyorsunuz! Kendiliğinizden okudunuz onu!/Prens yine o sakin tavrıyla,/— Yalan söylemiyorum, dedi. İnanın, bunun canınızı bu kadar sıkmasına çok üzüldüm.” Konuşsana, nene, diyorum, kendi sözcüklerini söylesene. Hem dedem nasıl ölmüştü sahi? 

İnanmazlar dersen bizi. Aldanmayı sever insanoğlu, anlamayı değil, anlamazlar. Ağaçlara sarılmayan, titremeyen birisi insan olabilir mi, bilinmez. Bu budala böyle idi işte. Her sarılışında bizi, biz her kimsek, davet ederdi, saatlerce titrerdi bir dalın tüylü dokusuna sarılıp. İzler, izler, zaman ötesi bir surette izlerdik onu. Gülümserdi omzuna, ağzına, diline bir yaprak, bir kurt, bit, kırıntı düşünce. Düşününce seni gülümserdi nedense. Sevdiğini, seni kaybetmektense bu ağacı öldürebileceğini haykırırdı uluorta. Hoşumuza gitmezdi bu. Kerem, diye çıkageldi günün birinde, bu Kerem denen aşağılık yaratık, onu elimden almak istiyor, ant olsun, ant olsun ki benim olacaksa yakacağım bu ağacı ve sarılmayacağım hiçbir gövdeye onunkinden gayrı. Oku, dedik bir yapraktaki yazıyı: “İnanın, bütün bunlar aslında belki de korkunç derecede saçma şeylerdir! Yalnızca benim düşüncelerimdir bunlar... İçinde gizemli... veya yasak bir şeyler olduğunu düşünüyorsanız, yani kısaca...” Attı yaprağı kenara, kibritle tutuşturdu ağacı, bizi, her şeyi. Gazaplanmıştı bir kere, dönüş yoktu. 

Nenem sarıldı ağaca. İçinde mi, yani bu mu o, diye sordu onlara. Yaktı, dallara sarılarak yaktı kendini, ağacı, bizi. Sıkıca sarıldı. Söz vermişti, söz vermişti ağaca dönüştürdüğümüzde, seni çağırmayacağına, artık ölü olduğuna inanmanı sağlayacağına ant içmişti. Oysa, anladık ki, sızıyor düşüne gün aşırı, zehirliyor düşüncelerini, seni bu ağaca çağırıyor. Madem öyle, bu kadar seviyor, o zaman bir anlaşma da seninle yapalım. Sana dallardan evlat vereceğiz, hemen doğuracak, kısa sürede mutlu mesut olacaksın ama gelme bu ağaca. Başka bir şey söyle onu soranlara, öldü de, nehir aldı de, ne dersen de, bizi söyleme, ağaca gelme. Gelme, insansın sen, yenik düşer gelirsin sevdana, gelme. 

Mutluyum, ağacın içinde çürüyor varlığım. Anlaşmayı bozdum, sana geldim. Aşağıda onların var ettiklerinden olma torunum merakla bekliyor. Seni çok özledim. Bekleyemedim, bekleyemezdim. Haberini aldığımda düştüm yollara. Budala senin için tırmandım bu dala. Bak hâlâ komiğim. Dışarıda yaşamaktansa burada mahkûm olmak yeğdir bana: “Yalnız açıkça söylüyorum, böyle sanan okuyucum yanılacaktır; bu düşüncemin ölüme mahkûm olmamla hiçbir ilgisi yoktur. Sorun onlara, her birine tek tek sorun bakalım mutluluktan ne anlıyorlarmış? Ah inanın, Kolomb Amerika’yı keşfettiği anda değil, onu keşfederken mutluydu.” Sıkıca sarıyorum dallarını, hâlâ genç ve dirisin. Sar beni, seni istiyor ölü gövdem. 

Çıtırtılar geliyor göremediğim dallardan. Yeşil sızılar yükseliyor. Nenem, onun buraya gelmesi için gönderilen bir elçi olduğumu bilmeyecek, bilmiyor, öğrenmeyecek. Erimeye başlıyor gövdem. Gözlerimi kapıyorum, sarılıyorum ağaca, yanmıyor, çevresindeki kır yapraklardan birisi kopuyor tutunduğundan, uçuşuyor. Yakalayamıyorum, eriyor boşlukta, yitiyor. 

 Nenem, dedem, diğerleri mutlu, biliyorum. “Hem sonra, gerçekten mutsuz olabilir mi bir insan?” 


 *Alıntılar Budala eserindendir.

No comments:

Post a Comment