December 24, 2015

PILI VE PIRTI


Adı Mithat. Bir görsen anlarsın ondaki çaresizliği kardeşim. Görsen hele bir fark edersin, kesin. Sen buralarda yabancısın. Daha önce görmedim, neredensin, kimlerdensin? Polissin herhalde yahut gazeteci. Bilirim ben, bilirim, sen hükümettensin, her şeyimiz tamdır. Haydi, yoluna, dur bir dakika, niye sordun Mithat’ı? Neden? Yaklaş, neden ürktün öyle, yanaş. Yüzünde nur yok senin, tehlikelisin, ben sözü dolandırmam boş yere, uğursuzsun sen. Git buradan, topla pılını pırtını. Bir şey mi diyeceksin, ne var?

Adı Mithat. Günlerdir onu gözlüyorum. Üstünde koyu yeşil bir kadife pantolon, kırmızı bir kazak var, dolaşır dere tepe. Ağaçların yanından geçer, köklerine dokunur, görürüm, ağlar sesli sesli, kırmızı bir karga olur ağlar, ellerini aşındırır köklerin keskinliğinde, ağlar, sonra az ötedeki sarmaşıklardan bir tutam koparır, kopardığı için ağlar, kanlı parmaklarını bağlar, sıkı sıkı bağlar, rahatlar, ağlar, iri parmaklı ellerini kasabayı bölen renkli suya daldırır, sarmaşıktan ipler suya yağar, ferahlar. Her gün böyle yaptığını görürüm, anlam veremem buna, anlayamam, aklım karışır, yüzüm ve sözüm kırışır, anlayamam. Bu eylemi takiben gövdesi büyüklüğünde yaprakları olan dev bir ağacın yanına yanaşır, ayaklarının jilet misali yeryüzünü kıtır kıtır kestiğini hissederim, dişlerim gıcırdar, öfkelenirim. Yapraklar hayat damarlarıyla doludur, ince dalları okşar Mithat, tozlu yuvarlaklara kafasını yapıştırır, bir rulo hâline getirir yaprağı, dürümden bir kafa olur, ağaca eklenir. Yutkunurum, insanı hayata böylesi bağlayan adımların varlığı mutlu eder beni tabii, kafasını içine hapsettiği yapraktan tozlar savrulur, küf savrulur üzerime, burnum gıdıklanır. Kulaklarından süzülen iri böcekleri izler gözlerim, kendi kulaklarımdadır ellerim, huylanırım, ellerim, belki ben bir böceğimdir, derim, rahat ederim. Nasıl güler bu anlarda Mithat, nasıl neşelidir, nasıl! Böceklerin gezindiği kafası, kabaran kırmızı göğüs kafesi, gülüşlerle eksilen nefesi doldurur havayı. Artık ağacın bir parçasıdır Mithat, yaprağa yer etmiş bir insan parçasıdır. Bu tarifsiz bütünleşme ortalama bir saat kadar sürer. Yapraktan ve ağaçtan sıyrılan Mithat yorgun düşmüştür. Neşesizdir, az evvelki güzellikten eser yoktur. Kulaklarını silkeler hırsla, minik misafirleri def eder. İzlerim öfkesini, gittikçe büyüyen bir azap içindedir sanki. Korkunç tırnaklarıyla bu kez sefil bir kargayı andırır, renkli suya yaklaşır, tırnakları ile suyu kesip biçer. Keser, dişleri kenetlenir, keser suyu, bağırır, anlayamam kolay kolay, size su yok, dediğini hayal ederim. Size su yok, suda yürüyen örümcek gibidir elleri, suyu keser, su rengini alır tırnakları, iç çeker, yaşamak istemediğine kanaat getiririm, kim ister ki?
Adı Mithat. Doğru. Anlattıklarını bilmem. Duymadım, sadece onun için bir tuhaf çocuk derler. Neden, bilmem. Ben bir şey bilmem kardeşim. Sen de fazla sorma, sorgulama. Ne işin var burada, onu anlat. Sen, yazar mısın nesin? O kelimeler neydi öyle? Kargaymış, tırnakmış, yaprakmış, böcekmiş… Sen yazarsın kesin. Sessiz kalma öyle, ben de bir şeyler karalardım eskiden. Bilirdim söz oyunlarını. Yine de anlamadım hâlâ neden Mithat’ın peşinde olduğunu. Bana bak sen yoksa o biçim biri misin? Kaşın gözün, ne bileyim, bir tuhaflığını daha görürsem seni şuradaki tüfekle vururum, ona göre.

Adı Mithat. Çocuklardan öğrendim. Takibim sürüyordu, her şey aynıydı. Ağaçlar, kökler, ağlamalar, sarmaşıklar, yapraklar, dürümler, böcekler, neşe, acı, azap, suyu kesmeler… Nedense o gün daha bir çıldırmıştı öfkeden Mithat, renkli suya atmıştı yeşilli kırmızılı gövdesini ilk kez. Yüzme bilmeyen bir balıktı, boğulacaktı. Ayrıca beni fark etmiş miydi daha öncesinde, bilmiyordum, bu kez anlayıp da mı atmıştı kendini suya, emin değildim. Suyun içinde titriyor, emindim bu kez, size su yok, diye su dilinde konuşuyordu. Süslü bir balıktı, kendisine ölü süsü verilmiş. Çırpınıyor, suyu gövdesiyle kesmek, yok etmek istiyordu. Su, bunu dinlemedi, kabul etmedi. Sürükleniyordu Mithat, rengârenk su içinde, sulu ve uslu biçimde kayıyordu, ağzı yüzü birbirine karışmıştı. Koşuyordum ben de suyun kıyısında, bırakmayacaktım suyun peşini. Suyun sığlaştığı, bitki parçalarının ve ölü böceklerin kümelendiği bir noktada durakladı Mithat. Israrla, çaresizce debelenen bir sivrisinek kalıntısını andırıyordu çırpınışı. Tükenmişti enerjisi, durmasını bekliyordum. Çocuklar meselesine geleyim, o üç çocuğu ve gizemli ağaç evlerini ilk kez orada gördüm. Aslında suya atlayacak, mecburen biraz ıslanacak, buna katlanacak ve Mithat’ı çıkaracaktım sudan. Kurtarıcısı olacaktım, benden önce davranmıştı çocuklar. Hızla birikintiye atladılar ve bitap düşmüş Mithat’ı renklerden ayırdılar. Ürkütücü çığlıklar attılar, bu bir çeşit grup sloganı olmalıydı. Kendilerine has bir dil kurgulamış olmalıydılar ya da ben anlamıyordum ne konuştuklarını. (Mithat’ı da anlamamıştım, sorun bende miydi yoksa?) Mithat’ı yeşil, kırmızı giysilerinden çıkardılar. Mithat kıyafetsiz; kıyafetler Mithat’sız tuhaftı. Çıplak kalan Mithat’ın üstüne yaprak boca ettiler, bu çocuklara güvenmiyordum, kendime ve anlattıklarıma güvenmiyordum.

Adı Mithat. Anladık. Bir daha söz etme bundan. Adı Mithat, evet, sonra? Hem hava iyice karardı, sen in misin cin misin birader? Ne işin var burada, sormak için beni mi seçtin bula bula? Aslında iyi bir dinleyiciyimdir, anlamak isterim muhatabımı. Senin anlattıklarınsa, nasıl desem, büyülü şeyler adeta, inanamayacağım şeyler. Hani çok da olmayacak gibi değil ama olamaz yani. Kardeşim, gözünü seveyim, doğruyu anlat. Merak ettim Mithat’ı, günlerdir görmüyorum zaten. Sen anlatınca, öyküsünü anlatınca, insan birinin öyküsünü duyunca onu tanıyormuş, onu tanıdım, titriyorum baksana, biraz da korkuyorum senden. Su iç, üşümüşsündür, ağzın dilin kurumuş, ha kardeşim?

Adı Mithat. Çocuklardan öğrendim. Havanın bir anda gölgelenip üstüme çökmesiyle sarsıldım. Karanlık, bir anda, bu şekilde, burada nasıl belirir? Anlatamıyorum, üşüyordum. Dallar koyulu gaddar askerlere, yapraklar hüzünlü kara düşman parçalarına benzediler. Anlatamıyorum, karanlık beni o an öldürdü galiba, diriltti bir süre sonrasında da. Kendimi yerde, çıplak hâlde duyumsuyordum, üstüm keskin yapraklarla örtülü. Mithat’tım ben şimdi. Belki de ben Mithat’ı takip eden zavallı gölgesiydim de haberim yoktu ya da o kararma dakikasında Mithat’laşmıştım ya da bu bir rüyaydı ya da anlattıklarım uydurma. Emin olamıyorum. Korkmayın, devam ediyorum. Mithat olmuştum nasıl olduysa, üşüyordum elbette. Hareket etmeye üşeniyordum. Demek Mithat böyle biri, diye düşünüyordum içimden. Dikkat kesildim çevreme. Yaprakların yakıcı varlığı, dallarda çatırtılar ve üç çocuk. “Mithat, bu.” Beni tanıyorlardı, ne güzel! “Aptal Mithat.” Böyle tanınmak hoş değildi. Ellerindeki sopalarla yaprakları deşip derimi aşındırdılar. İşkenceyi Mithat görüyor, acıyı ben çekiyordum. Olacak iş miydi bu? Canım yanıyordu. Konuşuyordum. “Yapmayın çocuklar,” diyordum, “ne ettim ben size?” Anlamıyorlardı sanki. “Ne diyor bu deli? Ağzı yüzü kir pas içinde.” Anlamıyorlardı, evet. “Bir ayağa kalkarsam,” da diyordum “ ben size gösteririm dünyayı ve bucaklarını” da. Kahkahalar atıyorlardı, karanlıktı, karanlık kahkahalar atıyorlardı. Çocukça değildi yaptıkları. “Bunu götürelim bizim ağaca. Oradan aşağı fırlatırız.” Herhalde üçü tek bir cani çocuk olup konuşuyordu. Sürüklediler beni, Mithat’ı, yaşadım acıyı, öfkelendim. Ağaca tırmandık, gizemli ağaca. Hissedebiliyordum ağacın köklerinin uzadığı topraktaki sızıyı. Yaprakların kokusunu içime çektim acı içinde. Bir ayinin ortasına düşmüştüm, üç kişilik tek cani çocuk haykırıyordu: “Mithat, kendini at, Mithat, kendini at!” Yukarı taşınmam bir hayli uzun sürdüğüne göre epey yüksekteydik. Beni Mithat’ın gölgesiyim, demeyecektim çocuklara. Değmez. Kendimi bırakıyordum boşluğa. Boşluk, hoşluk. Aşağıda beni doğanın kucağı bekliyordu, serttir belki, olsun. Karışmalıydım toprağa. Acıyordu yanım yörem, gözlerimi açmak istemiyordum, açsaydım ve hâlâ karanlık mı diye bakmak isteseydim belki de atamazdım kendimi. Düşüyordum, renkli suyun içinde yüzer gibi, düşüyordum, yüzmeyi bilmem, düşmeyi bilmem, düşüyordum, soluğunu hissediyordum toprağın, önce o parçalıyordu bedenimi, bilmiyordum nedenini. Sonra, birkaç saniyelik derin boşlukta ağlıyordum ve renkli sular akıyordu yüzümden. Yapraklar, diyordum, böcekler, sizi seviyorum. Su, seni seviyorum, senin kıymetini bir ben biliyorum, kimse bilmez, size su yok, yok. ( Doğru anlamışım, anlayabilmişim Mithat olmadan önceki ben olarak onun söylediği sözleri.) Kim bu siz, de diyordum düşerken, kime dedim, diyordum, diyorum bu siz sözcüğünü? Kim bu zamir?

Adı Mithat. Şey, yani senin adın Mithat, kardeşim. Seni görmemiştim bugüne dek, o nedenle emin olamadım. Çaresizlik filan yok, ne çaresizliğiymiş, o da neymiş? Dünyadaki en umutlu kişi sensin, canım kardeşim, her kimsen, ne nurlu bir yüzün var, ben sözü dolandırmam boş yere, şey, şöyle geniş bir zamanda konuşalım istersen. Ayıp etmiş olmayayım söylediklerine. Sen ne güzel ne ballı, şerbetli konuşuyorsun! Helal olsun canım kardeşim, artık yoldaş olduk sayılır. Ne vardı üstünde, hatırladım: Koyu yeşil bir kadife pantolon, kırmızı bir kazak. Islaktı bunlar, giymişsin tekrar. Çıkar kurutalım. O çocuklar, onlara da veririz ceza. Merak etme, seni aşağı atmak ha, kim ulan onlar, şerefsizler!

Adı Mithat. Gölgemin. Elinizi uzatın Zamir Bey. Siz. Size zamir demek istiyorum. Size su yok, o bardağı bırakın. O bardağı atın ve içindeki suyu dökün. Size su yok. Ellerim titriyor, damarlarım yeşil yapraklara uzanan acınası dal rengini alıyor. Elinizi uzatın. Zamir Bey, korkmayın. Yüzme ve düşme öğrenilir, korkma (korkuyu yaşama) öğrenilemez. Tüfekte gözünüz, nefes alıp verişiniz sıklaştı, korkmayın. Bakıyorum da pıl ve pırtıdan oluşan varlığınızı alıp gitmek istemiyorsunuz, 'pılı' ve 'pırtı'  mı, 'pıl' ve 'pırt' mı, güzel kelimeler, her neyse, giyin giysilerimi. Koyu yeşil bir kadife pantolon, kırmızı bir kazak. Gidin. Bana döndünüz, şimdi sizin gölgeniz olabilirim. Dışarısı karanlık, ışığı kapatalım, evet böyle, içerisi de karanlık. Nefes bile almayacak derecede kurnazsınız Zamir Bey. Tüfek duvardan alınıyor şu anda, değil mi? Biliyorum, elinizde. Adı o kadar güzel ki! Tüfek, tüf tüf, püf püf bir ateş çiçeği. Ateş edin. Zaten kim yaşamaya tahammül edebilir ki? Bir ateş sesi geldi. Pardon. Çıplağım, utanıyorum ışığı açmaya. Beni öldürmediniz, demek ki, su için biraz, çok yaşamışsınızdır. Böcekler geliyor işte, yüzünüz gökyüzü kadar güzeldir ve bu üç ek sizi toprağa ekiyor: Tüfek, çiçek ve böcek. Hoşça kalın Yeni Mithat.

(PLÂN: Kendisini öldürmesini sağlarsan –neden olmak değil- birinin ve giydirebilirsen ona kendi kıyafetlerini ölmeden önce, ölmezsin sen asla ve öldürürsün gölgeni bu nedenle ve böyle bir hazlı/hızlı yasla.)


(HAKİKAT: Ölür ölüm bile.)

No comments:

Post a Comment