January 09, 2022

BOZGUN GÜNCESİ

 Yeşaya 21 | Yeşaya 22 | Yeşaya 23 
 Çünkü Rab'bin, Her Şeye Egemen RAB'bin 
Görüm Vadisi'nde kargaşa, bozgun 
Ve dehşet saçacağı gün, 
Duvarların yıkılacağı, 
Dağlara feryat edileceği gün geliyor. 

Tuhaf davranıyor bu sıralar. Uçtuğunu söylüyor, bayağı bir uçuyorum, diyor, ağzı yüzü ekşiyor andıkça olanları, üstüme saldırınca koyu kırmızı sırtlanlar sıkıyorum kendimi, bir dağa taşa kurda kuşa yaza kışa dönüyorum, içim eriyor, bazen erir hani, durduramazsın, durdurmamalısın, öyle oluyor tam da, sıktıkça kendimi şirin kanatlarımı kuşanıyorum, kaşınıyor kanat kıvrımlarım, havalanıyorum yerden. Haydi, diyorum, aşağılıklar, aşağıda kalanlar ısırın şimdi boşluğu, kıtır kıtır ölüm ölüm al al ısırın da göreyim, güleyim, tutamıyorlar beni, salyalı öfkeli parçalıyorlar cebimden düşeni, onun fotoğrafı bu, kötülük edenin. Dördü sivri dişlerini geçiriyor birer kenardan, en azılısı ortasını dağıtıyor görünenin. Boz bir günde oluyor olanlar. 

Arkadaşlarının arasında hemen öne çıkardı Bozgun. Sivri burnu, çelimsiz yapısı, sırık boyu onu ele verirdi. Olmaması gerekenleri görmüştüm. Üç katlı apartmandı, yıkık döküktü, mahallenin bebeleri en üst kata, ışığın öldüğü koridora çöreklenmişti. Boncuk adlı koca gözlü bir köpeğin kafasına poşet geçirdiler. Düğümlediler. Kahkaha attılar. Kör karanlıktı. Sen de sık, sık dediler, Bozguncuk, öyle derlerdi, sık ki görsün havlamayı, elleri titredi Bozgun’un, yapamadı, bir tekme de o yedi, yapsana oğlum, erkek değil misin, mal. Bastırdılar köpeğin kafasına, vurdular, vurdular, kör karanlıkta tabii, ezdiler, püre ettiler ve kahkahalar. Havladılar, ya böyle işte, havladılar, uludular hatta. Köşeye kapandı Bozgun, ağladı. Karanlıktı, kördü, uludular, minik iniltiler ve sızılar dökülüyordu hayvandan kalandan. Burada, bu olan biten aramızda kalacak, anlaşıldı mı? Çakmağının aleviyle gözleri devleşti Burhan’ın. Aramızda kızlar olduğunu bilmiyordum, kemikli parmakları Bozgun’u işaret etti. Alıştıkça karanlığa gözler, daha da belirginleşti Bozgun’un çaresizliği. İşeyin üstüne bu kız çocuğunun, ibne bu. Aynı anda olması için, su şişelerini dipledi bebeler, Bozgun’un gövdesini lekelediler, güldüler. Açın, dedi, elini yüzünü, erkek olmanın ne demek olduğunu anlasın bu kızcık. Yarasa yavruları gibi şendiler, karanlığa ve umuda işediler. Saçlarından yüzüne aktı, diline damağına doldu, yaktı gözyaşıyla karışan. Tümü gitti, kaldı Bozgun ve Boncuk. Hâlâ titriyordu gövdesi hayvanın. Aldığı darbelerle son hırıltılarını çıkarıyordu. Sardı onu Bozgun, sıkıca sardı, sıktı, sıktı kendini de, yüzünü yaladığını hissetti Boncuk’un, kuyruğunu coşkuyla salladığını, koktuğunu neşeyle. 

Bir müddet sonra evden kaçtığı haberi alındı Burhan’ın. Çok olmamıştı, belki iki ay kadar. Bebeler tedirgin oldular. Çıkamadılar sokağa. Başlarına bir şey geleceğinden korktular, besbelli. Sağda solda sırtlan türediğinden bahsettiler ana babalarına. Ekran başında dizi izleyen ebeveyn çocukları iteledi, siktir git evladım, dedi, daha az oyna bilgisayarınla, mal. Burnunu karıştırdı, fazla gelen faturaları nasıl ödeyeceğini düşündü, dizideki güzel kadın ve adamlara özendi, sevmediği eşini aldattı yine bir kez daha, bir kez daha, çocuk ısrar edince yapıştırdı şamarı, siktir git önümden, dedi, bak kibarca söylüyorum. Bebeler, söz verdikleri saatte buluştular. Artık Burhan olmadığına göre, dedi Bekir, benim liderliği üstlenmem gerekiyor. Hak verdi bebeler, sorgulamadan elbette. Bekir ilk talimatını verdi, Burhan’ı bulalım. Ben Bozgun’dan şüpheleniyorum. Bekir Abi, sırtlan meselesi ne olacak? Başlatma sırtlanına, ben hepimizin kabus gördüğünü düşünüyorum. Bir yerde okumuştum, oluyormuş öyle, toplu histeri gibi bir şey, öf, ne bileyim ulan ben, daha liseye yeni geçtim. Çok gerçekti abi, yeminle. O zaman Berk, bir bak bakalım sen abinin telefonundan, neymiş sırtlan. Özet geç. “Sırtlan, bilimsel şeceresiyle Animalia Bilateria Deuterostomia Chordata Vertebrata Gnathostomata Tetrapoda Mammalia Theria Eutheria Carnivora Feliformia Hyaenidae, boyu 1.80’e, yüksekliği 90 santime kadar, ağırlığı 40 küsurla 80 küsur kilo arasında değişen, saatte 60 kilometre hızla koşabilen, ömrü 20-25 yıl sürebilen bir hayvan. Yeryüzünde yaklaşık on bin yetişkin sırtlan kalmış. Tüyleri sarımtırak, taba, gri, kahverengi ve nadiren siyah olabiliyor.” Bekir Abi, bizim gördüklerimiz koyu kırmızı değil miydi, o renkte yok sanki. Boş verin bebeler, kabus bunlar. Birilerinin oyunu. Çözeceğiz. Bu gece giriyoruz o kanalizasyondan içeri, herkes geliyor, değil mi? Korksalar da evet anlamında salladılar başlarını. Ödlekler kalsın, sıkıysa tabii. Otların arasından gelen titrek sesler. Sessizliği bozanlar. Korkmayın ulan, karanlıktır bu, doğal yani. Berk, yüksek sesle söyle sırtlanın o tuhaf uzun adını da gevşeyelim. Söylesene lan, söyle. Abi, Berk yok, yok yani. Az önce sağımdaydı, yok, gitmiş. Uçmuş, yok. 

Baba, Boncuk’u gördüm, kırmızılaşmış gövdesi ama o, vallahi o. Gördüm, gördüm baba. Babanın yanıtı belli. Sevimli bir tekme, çekil ekranın önünden beyinsiz. Kimin çocuğuysa bu, benim değil Allah’ıma, ben böyle salak mıyım, değilim, yok, değilim. Her evde olan bu, buna benzer şeyler. Ekipte bebe kalmadı. Babür ve Baha bir araya geldiler. Babür dalmıştı. Sürekli Boncuk’u görmekten ve arkadaşlarımızın kaybolmasından bıktım, bıktım Baha. Baha, meraklıydı. Babanın adı ne Babür? Nasıl, ne, baba baba işte. Babanın adı n’olacak başka? Yani, insan ismi yok mu, baba lakap gibi bir şey. Doğru, haklısın oğlum ama bilmiyorum, hem seninkinin ne? Şey, babamınki, baba, bilmiyorum ben de, yok galiba. Bir şey soracağım Babür, herkes nereye gitti? Kayboldular mı öldüler mi, ne oldu, sence n’oldu yani, korkuyorum. Ayrıca, niye hepimizin adı b harfi ile başlıyor, neyiz biz, lanetli bir kavim filan mı? Çok soru soruyorsun, bu iyi değil Baha. Korkuyorum Babür. Korkma oğlum, bir şey bilmiyorum ama adımın anlamını, hiç değilse, duymuştum. Hindistan aslanıymış. Orası nereyse oranın aslanı benim. O halde grubumuzun yeni lideri benim. Tamam mı kız çocuğu? Tamam, korkuyorum ben yine de Babür. Kızlar korkar aslanım, normal. Bebeklerin yok mu, sarıl geçer. Çantasından bebek sırtlan çıkardı Baha. Nasıl, güzel mi Babür? Minik bir sırtlan. Baha, sen nerede oturuyorsun, kimsin? Tebessümü Baha’nın. Benim kadar güzel Babür. Bizim kadar güzel, bak, kırmızı ve leş sever. Başına geçirilen karanlık poşeti görüyorum Babür’ün. Babür’ün titremesi. Dilini yutması ya da dilini al al kesen Baha’nın onu sonsuz bir uykuya uyutması. Yanımıza getiriyor Babür’ü de. Kafasını ez, diyorum Bozgun’a, çabuk. Çabuk, ruhu gitmeden. Sopamı yere birkaç kez vuruyorum. Karanlık ama görürüm ben. Göze gerek var mı, fazla söze? Bir süre sonra parçalanan kafalı poşetlerde hareketlenme başlar ve tebessümleri belirir naaşların. Dönüşürler sırtlana o kırmızılık içinde. Kuyruklarını sallayarak ölü gölgelerinin leşlerini yerler. Leş yedikçe leşlenirler, neşelenirler. 

Yakılan mumların ışığında ellerini tutuyorum Bozgun’un, iyi değilsin, diyorum, evladım bir müddet dinlen istersen, görevin bu kadardı. Tuttuğun kadar not tuttun, malzeme topladın. İyi iş çıkardın. Baha sırtlana dönmüş haliyle yanımıza yanaşıyor. Uysal. Buradan gitmemiz gerektiğini biliyorum. Yıkım yakın, feryat kıyıda. 

Bozgun’un bıçağı sırtımda. “Ey güçlü kişi, RAB seni tuttuğu gibi şiddetle savuracak. Top gibi evirip çevirip Geniş bir ülkeye fırlatacak. Orada öleceksin, Gurur duyduğun arabaların orada kalacak. Efendinin evi için utanç nedenisin! Seni görevden alacak, Makamından alaşağı edeceğim.” Kucaklıyor Boncuk’u. Yükseliyor yerden. Uçuyor. Haydi, diyor, aşağılıklar, aşağıda kalanlar ısırın şimdi boşluğu, kıtır kıtır ölüm ölüm al al ısırın da göreyim, güleyim, tutamıyorlar onu, salyalı öfkeli parçalıyorlar cebinden düşeni, benim fotoğrafım bu, kötülük edenin. Dördü sivri dişlerini geçiriyor birer kenardan, en azılısı -Baha- ortasını dağıtıyor görünenin. Görünmeyen etlerim çürüyor, tükeniyorum, artık kendi gölgemin leşini yiyebilirim. 

Boz bir günde oluyor olanlar.

December 04, 2021

DİLEK KESEN




Kafasına isabet ettir, ettir Çetin. Bana bakma, gülümseme, kafaya, tam o kel noktaya. Hani birkaç kıl tanesi kusan nokta, gördün mü? Annem seninle görüşmemi istemiyor, bırak o tembeli, bırak oğlum diyor. Beş tane kız kardeşi var, Allah etmeye yan baksan bir, hele bir iftiraya uğrasan, okumuş adamsın, kalsa biri üstüne, ne ederiz, nasıl bakarız el alemin yüzüne, nasıl, nasıl avanak evladım? Vallahi sevmiyorum Çetin, gözüm yok hiçbirinde. Hem namusum sayılırlar, kardeşlerim, canlarım, cicilerim benim. Öyle, hakikaten öyle Çetin. Konuşsana? Susma, anlat, hem nasıl açtınız birinci kattaki muhasebenin kasasını. Zaten sen hırsız değilsin, olamazsın, yani olmamalısın, değil mi? Hadi, boruya yerleştir o nazik dilinle ıslattığın ve muntazam kıldığın külahı, ucunu sivrilttiğin erkekçe, kafaya tam isabet. Adam sağa sola baksın, bulamasın atanı, gülelim, bulamasın, bilemesin, biz bilelim, gülelim. Burnun büyük, külah gibi, külah burunlusun ve çirkin. Güzelsin, çirkinler güzeldir Çetin, bunu bilmelisin.

Anlatsana hırsızlık hikayeni. Söylediğine göre, önden yollamıştın Deniz’i. Akşam altı civarı kasayı kilitlemişti Muhasebeci Serhat Bulut. Ütüsüz fıstık yeşili takım elbise giyen tuhaf bir adamdı bu, demiştin. Kırış kırış elbise, yüz, bakış. Deniz, tüm binanın çöplerini almaya giderdi. O günkü planınıza göre adam tam çıkmadan Deniz zile basıp çöpü soracaktı. Tabii, o zamanlar binanın giriş katı bir markete ev sahipliği yaparken birinci katında muhasebeci, dişçi, emlakçı ve terzi vardı. On yedi katlı binanın diğer katları meskendi. Aktardın, Deniz zile bastı. Ben bir gölge oldum, izledim köşede. Kocaman gözlüklerinin ardında, çürük çilek beneği suratıyla çirkindi Deniz. Kardeşimdi, çirkindi. R, N, Ğ harflerini söyleyemiyor, söyleyemeyince topak burnu iri camlı gözlüklerinin arasına sıkışıyor, bu nedenle sıkışan ve yukarı kalkan gözlüklerinin bıraktığı kırmızı lekelerle daha da çirkinleşen Deniz, panik oluyor ve ağlamaya başlıyordu. Aktardın, ne var, dedi Serhat Bulut. Ne var kız? Şey, çup paydoy çöp vay mı? Deniz’e ilk kez alıcı gözle baktı muhasebeci. Mesleği gereği tarttı biçti. Gülümsedi, kırıştı gömleği. Işıldadı gözleri. Var, içeride, almak ister misin, hem adın neydi? Adım, aydım Deyiz. Anladım, anladım bu bir erkek, iştahlı, tuhaf bir erkek. Ondan intikam almak istedim. İstedim çünkü kardeşime bunu yapmasına izin veremezdim, öyle değil mi? Diğer çöp poşetlerini kapının önüne bıraktı Deniz, yutkundu, kırmızı yaptı bunu. Delinen ve pislikleri yere basamak basamak saçılan bir poşetten sarkan tavuk kemiği gözüme çarptı. Deniz içeri girdi. Kapı kapanmadan yetiştim. Heyecandan eli ayağı kırışmıştı Serhat Bulut’un. Bana bir defasında annesinin, 73 yaşında bir acuze, onu evlendirmek üzere olduğunu anlatmıştı bir yandan pis paraları sayarken. Evlenmek istemiyorum, daha elime kız eli değmedi, utanıyorum, demişti. Elimi tutmuştu o an, yutkunmuştum, kıllı parmakları kemikliydi. Tavuk kemiğini avucumda gezdirdim. Dilimle kenarda kıyıda kalan etleri ısırdım. Damaklarıma çarptım, yuvarladım, yuttum. Sıktım, sıktım, kanatana dek yaşam çizgilerimi. Serhat’ın elini özledim, sustum, içeri girdim. 

Çetin, böyle anlarda susuyor ve hikayeyi tuhaf bir yöne çekiyorsun. Sen bir hırsız olmadığın gibi ahlaksız da değilsin, değil mi? İki değil bir evet değildir, umarım. Ve yapamadım, dedin. Yapamadım, o kırışık herifi durduramadım. Deniz’in bacaklarına yaslamıştı başını, yapamıyorum, yapamıyorum demişti. Rol yapmaktan sıkıldım, ben ben değilim. Ödleğin tekiyim, çirkin ördek. Hıçkırdıkça, Deniz de ağlıyor, yapma yapma, diyor, lütfey lütfey aylama, dövünüyordu. Su olup aktım kasaya ben. Acımadım ona, acıyordu elim. Kanım kurusun orada, biriksin, anımsatsın o günü. Kalsın, soğusun. Açamadım, Deniz’e seslendim, ver şu anahtarı, o günlerde kasalar anahtarla açılıyordu, getir hele. Anahtarı da çirkindi. Döndü tıkırt, paralar güzeldi, çok, destedüzineadettanepareşahane. Deniz sana bakmış, öyle dedin, gülümsemiş, ye yapacayız abi, demiş. Öldüreceğiz canım, cicim, kardeşim. Mecburi son zaten. Ha şimdi ha yarın, değil mi? Sessizlik. Ha Deniz, değil mi? Sessiz Deniz. Dilsiz. Deniz, desene düşünceni? Öldüyme abi, çiykin ama güzel adam, deyil mi? Hıçkırıp duruyor muhasebeci. Tamam Deniz, bana düşünmek için müddet ver, al bu parayı benim odama koy, örümcek beslediğim kutuların içine at. Kimse görmesin, anneme gösterme, aman ha. Yedirir adamlara, iç eder parayı, biliyorsun. Yine yok ortalarda, nerede diğer kardeşlerim, canlarım, cicilerim nerede Deniz? Amcanıza gidiyorum, diyor annem, doğru, doğru olmasına doğru ama amcama da güvenmiyorum Deniz. Sen anlamazsın ama bazı sözcüklerin bu kadar tekrarı doğru, gerekli, mecburi. Babamız abi? Tamam Deniz, git şimdi. 

Biliyorum giyimi değişmiş annenin, bunlar mahrem konular kardeşim, arkadaşım, dostum, değerlim Çetin. Baban onu hortumla dövmüştü. Biz seninle merdiven altı odandan izlemiştik olanı. Annene bağırmıştı. Bir daha gitmeyeceksin kaltak, kahpe, yap da bir daha kemiklerini kırıyor muyum senin, görürsün. Yolmuştu anne saçlarını. Uzundu saçları, güzel, şiirsel ve uzun. Gitmişti, gidiş o gidiş. Aradık günlerce yollarda, yoksul mahallelerde, amcana sığındığını duyduk. Eşi ve iki çocuğuyla yaşayan amcanın kendine zor yetiyordu maaşı. Kapıyı çaldık. Amca, dedin, nerede o. Kim yeğenim, kim? Annem amca. Ha, içeride, hasta, yatıyor. Görebilir miyim acaba? Olmaz, iyileşsin iyice, sen haftaya yine gel koçum. Hadi, eyvallah. Haftaya ordaydık, anımsadın mı? Amca, annem iyi mi? İyi iyi, neden geldin? Görecektim ya, öyle demiştin. Ha, boşver sen, dön hadi, kendi isterse görür seni, geç sen. Işıldadı avucundaki kelebek. Bunu taşıdığını bilmiyordum. Amca, annemi çağır. Vay, aslanıma bak, racon da kesiyor. Elini sana uzatırken sapladın bıçağı sağ avuç içine. Kan hemen fışkıran bir şey değilmiş Çetin, gördüm, öğrendim. Bir süre morardı orası, çekince sen keskin bıçağı, anam diye feryat etti amcan. Piç kurusu, dedi, yere yığıldı. Gülümsedin. Senin de avucun kanamıştı. Baktım, derin bir kesik değil. Öptüm. Geçti. Değil mi, öpünce geçer Çetin. İçerdeyiz, annen mi o? Dar şeyler, elbiseler, etekler, taytlar, her şeyi hepsini giymiş, makyaj, topuklu ayakkabı, aynı anda her şeyi hepsini yapmış ne yapmışsa. Senin bacaklarına yaslıyor başını, yapamıyorum, yapamıyorum diyor. Hıçkırdıkça, ağlıyorsun sen de. Kötü oldum, Küçük Emrah’lı filmlerin kötü yola düşen annesi oldum Çetin, affet beni, affet oğlum. Bana bakıyorsun, kırıyorum başımı yana doğru, affet diyorum mealen. Annendir, seni doğuran, kusan, sana küsen, seni kesen. Seni kesen. Deşen seni. Avucundan. Sözcükler sessizlikte bir kelebeğe dönüşüyor, kesiyor, kesiyor dileklerimizi. 

O halde Çetin, n’oldu muhasebeciye? Ne oldu, ne? Bir türlü anlatmadın ve manasız bir şekilde annene babana geçtin. Diğer dört kız kardeşin nereye kayboldular?

O örümcekler diyor Çetin anası. Çetin anası, Deniz anası bir de. O örümcekleri bir daha beslersen yediririm sana onları. Çetin, giriyor giriş kattaki bir balkondan içeri. Onur adlı aptal bir liseli öğrencinin odasına süzülüyor. Çelik kaplarda beslenen örümcek yavrularını cebinde getirdiği poşete tıkıştırıyor. Onur uykuda, güzel, yakışıklı, zengin. Örümcekler neşeli, oynayıp zıplıyorlar. Tebessüm ediyorlar belli ki. Onur’u ısırsalar ve olsa örümcek adam. Örümcek adamlar güzel, yakışıklı ve zengin. Kalın dudaklarını öpüyor ve içine döküyor birkaç yavru örümceği. Poşette Çetin’e kalanlar yaralı, yalnız, öfkeli. Yirmi dörtlü iğrenç meyve suyu kolilerinden birini aşırıyor çıkarken. 

Odandasın Çetin. Meyve suları. Ersu kayısı nektarı. Çürümüş çilek kokusu. Öyle bir tat. Bir leğene dök tümünü. Örümcekleri içine serp. Kırış kırış dökülüyorlar. Hepsi tek tek, adet adet bir Muhasebeci Serhat Bulut. Çoğalmış, çoğalmışlar. Ölmeyecek kadar çok. Güzel. Kolonyada sıra. Dök, dök ferahla. Kolonyalı kayısılı örümcekli meyve nektarlı bir sıvı. Sıvılı bir ateş. Çakmağı çakıyor, yakıyorsun bu sıvının içinde gezinen ayaklarını. Tuhaf, büyük, eşsiz bir acı. Tarifsiz. Yanıyorsun, yanık, yok tanık. Çetin anası aç avuçlarını, diyor. Aç, aşağılık avuçlarını ve ağzını. Örümceklerden kalanı yutturuyor, dermanın yok, sızlıyor ağaçların. Sen de erkeksen, erkeksen hani, ne günlere kaldık, örümcek manyağı. Her yer leş gibi kokuyor. Avucunu deşiyor senin, elindeki kelebekle, bu oyuncağı nereden buldun bilmem, verdiği acıyı gör, gör de bil. Acıyı bil, öyle davran. Deşiyor, ekliyor yavru örümcekleri içine. Gülümsüyor, aslan oğlum benim, erkeğim, erkeğim. Acıya dayanmayana erkek mi denir zaten, denmez, değil mi?

İstemiyorum, dedin, istemiyorum düğün. Kestirmem. Manasız. İnanmıyorum bunlara. Baban o günlerde vardı sanırım, ben de gelmiştim sünnetine. Baban vardı, ben vardım, kardeşlerin, hani canlarım, cicilerim varlardı, tümü, hepsi. Öyle tahmin ediyorum ki bir acı hissetmemiştin hastanede. Servet Ünsal Tıp Merkezindeki kesim işleminde ben vardım, baban vardı, vardık tümümüz. Doktor, bunun acı eşiği yüksek, hatta acı nedir bilmiyor, demişti. Gülümsemiştik. Aslan, erkek, erkekoğluerkek Çetin. Baban, tuttuğu ucuz düğün salonunda bağıra çağıra senin adını anmış, küfrederek silah sıkmıştı iç mekanda. Adamlar başına üşüşünce horozlanmış, yediği sıkı dayakla dişleri dökmüştü, kırmızı, baba kırmızısı gülümsemişti sana. Çirkin herif. 

Yahu Çetin, bırak başka masalları da anlat ne olduğunu muhasebeciye. N’oldu erkek Çetin? Bana beni anlatmaktan yoruldun, biliyorum. Bir daha, bir daha anlat, beni bu kez erkek yarat Çetin, erkek yarat. Burnun büyük, külah gibi, külah burunlusun ve çirkin. Külahıma anlat.

July 07, 2021

BUDALA

“Hem sonra, gerçekten mutsuz olabilir mi bir insan? Ah, mutlu olmaya gücüm varsa, hüzün ve felaketin ne anlamı olabilir? Biliyor musunuz, bir ağacın yanından geçeceksiniz, onu göreceksiniz ve mutlu olmayacaksınız ha, işte bunu aklım almaz.  
                            Fyodor Mihayloviç Dostoyevski//Budala 

Bulunduğumuz kasabanın yakınlarına büyük bir cisim düşmüş, öyle diyorlar. Babaannemi uyandırmaya çalışıyorum, uyan uyan nene, bak bir şey düşmüş diyorlar yakınlara, uçak mıymış gemi mi, büyük bir ağaç mı ne, kalk gidelim. Uyanmıyor, çenesindeki kır sakallardan birisi kopuyor tutunduğundan, uçuşuyor. Yakalayamıyorum, eriyor boşlukta, yitiyor. Acaba, böyle mi düşmüştür o cisim, yere mi çakılmıştır, uzaylı filan mıdır içindeki, nedir, nedir nene? Sarsıyorum nenemi. Hâlâ güzel. 

Gençliğinde dedemin onu nasıl kaçırdığını anlatmıştı bana. Tabii, her seferinde iki farklı versiyonla çıkıyordu karşıma. Birinde dedem köyün bıçkın delikanlısı oluyor, toprak damın tepesine çıkıyor, verecekseniz onu bana, yoksa kendimi keserim, keserim namusuma, diyor, eline aldığı kör bir testere ile bileklerini deşiyor ve akan kanı beyaz bir beze damlatıp bacadan mutfak girişine bırakıyor. Külle kararan bezi açan yengesi, tuh, diyor, ırz düşmanı, öz amca kızına sarkıyor, seni akşam yem ettirmezsem amcana, amcanın itlerine. Kararıyor hava, baygın ve ölümüne damda yatan dedemi, kırık merdivene gizlice tırmanan nenem buluyor ve kaçıyorlar el ele. Nedense dedemin kesik kollarının nasıl iyileştiğini, damdan uçarcasına kaçışlarını anlatmıyor nenem bu versiyonda. Koşa koşa geçtik tarlaları, gülümsüyorduk, kimse tutamazdı bizi, komşu evlerin öfkeli itleri, toprağı bıçaklayan çaresiz çocukları, başka bir öyküde okulun bahçesinde Deli Emine’yi öldüren iblisler durduramazdı mesela, muhtar, muhtarın Almanya’da eğitim görmüş ve bana aşık ukala oğlu Kerem önleyemezdi gidişimizi. Diğer versiyonunu anlatırken nenemin gözleri dolardı hep. Bu kez muhtarın oğlu Kerem dama çıkar, dedemi esir alır, bileklerini keser hatta ve bu deliyi, bu deliyi yaşatmamak lazım, derdi. Bu budala nerede ağaç görse ona sarılır, titrer, kendinden geçer, deli bu, budala. Ben, ben öyle miyim Hasan Amca? Değilim, okudum ben, kocaman adam oldum, malım mülküm yerinde. Zenginim, Sümbül’ü çiçekler gibi yaşatırım. Kanları oluk oluk akan dedem Kerem’in kollarında can vermek üzereyken nenem yine çıkardı dama. Yapma, etme sözlerine rağmen dilim dilim edilen dedemin etlerini azgın itlere atardı Kerem, nazikçe gülümser ve sevgilim, derdi, gidelim. 

Donup kalan nenem çaresiz düşerdi yollara düşmesine ama Arpaçay’a yakın, nehrin hemen kıyısında beliren bir cisimde kendi suretinde ve dahi dedemin bire bir, güçlü kopyası şeklinde iki kişinin üzerlerine geldiğini görürdü. Titrerdi bana aktarırken. Sararmış göz akları kaybolurdu. Deden ve ben, derdi, o ağaç gibi şeylerden çıkıp ben ve Kerem’e doğru yürürdük, tebessüm ederdik hâliyle yabancı biz, Kerem ve ben ise korkardık. Bilinmezden kim korkmaz. Kerem, siz kimsiniz ulan, derdi. Biri bizimle alay ediyor. Bu köyün cahilleri yetti artık. Silahını çıkarır, tarardı diğer bizi. Durdurmak isterdim, yakalayamazdım, erirdi boşlukta, yiterdi mermiler. Üstümüze gelirken diğer biz, Allah’ım yardım et, yardım et, şeytan bunlar, iblis, diye haykırırdı Kerem. Ben sakinleşirdim. Sarılırlardı bize sıkıca. Sıkıca. Kemiklerimiz kırılasıya, gök yarılasıya dek. Gözlerimi açtığımda dedenin parça parça etlerden oluşan görkemli bir ağaca dönüştüğünü, dirildiğini görürdüm her defasında. Benim, bana sarılan benle güçlendiğimi ve Kerem’in Arpaçay’ın sularında köpük köpük derin bir uykuya aktığını fark eder, umutla ağaca koşardım. Dedenin elleri ayakları olmuştu dallar. Bir hışırtıyla yaprak yaprak sarardı gövdemi. Tomurcuklanırdı. Her gün gider, bakardım doya doya, yapraklarına dokunmaya kıyamazdım. Böyle, böyle mutlu yaşadık bir ömür. 

Nene, uyanacak mısın, gelmişler, gelmişler, ağaca dönüştürenler hani. Gözleri açılıyor nenemin. Gelmeyeceklerdi, diyor, söz vermişlerdi. Garip, dönmeyeceklerdi bir daha. Öyle anlaşmıştık. Ne oldu, ne oldu, bir şey mi oldu dedene, ne oldu, tuh. 

El ele gidiyoruz bir zamanlar köy olan yerlere. Yeşil, ferah, ışıklı olan hani. Ağaçlı olan. Nenem dermansız, zor yürüyor, zaman alıyor ilerlememiz. Yürüdükçe eridiğini, eridikçe anımsadığını ve olan biteni anımsadıkça tümünü unutmaya, öyküsünü, dedemi, onları, diğerlerini, verdiği sözleri unutmaya çalıştığını biliyorum. Nene, diyorum, geldiler, geldiler işte. Neden doğruyu söyledin bana, yani, madem ilk versiyon yalandı, neden yalan söyledin? İkisini birden söyleyince yalan sayılır mı, nene? Konuşacak dermanı yok nenemin. Yapraksız, asırlar önce ölmüş bir ağaca dayalı merdivene tırmanıyor. Gözden kayboluyor. Bekliyorum, gelmiyor, yok, gelmiyor. Yapraksız ağaç yemyeşil gizliyor onu. “Merdivenin ilk basamaklarında mahkûmun yüzünde renk yoktu, basamaklarda yükselip sehpaya çıktığında birden kâğıt gibi bembeyaz kesildi yüzü. Bacaklarında derman kalmamış olmalıydı; tıkanıyormuş, soluk alamıyormuş, bu yüzden içi bulanıyormuş gibiydi. Korktuğunuz veya çok kötü olduğunuz, beyninizin durduğu, elinizden hiçbir şey gelmediği bir anda kendinizi öyle hissettiğiniz oldu mu hiç?” Elimden bir şey gelmiyor. Nene, nene? Budala’dan satırlar okumaya devam ediyor: “— Olamaz! Okumanızı söylemiş olamaz! Yalan söylüyorsunuz! Kendiliğinizden okudunuz onu!/Prens yine o sakin tavrıyla,/— Yalan söylemiyorum, dedi. İnanın, bunun canınızı bu kadar sıkmasına çok üzüldüm.” Konuşsana, nene, diyorum, kendi sözcüklerini söylesene. Hem dedem nasıl ölmüştü sahi? 

İnanmazlar dersen bizi. Aldanmayı sever insanoğlu, anlamayı değil, anlamazlar. Ağaçlara sarılmayan, titremeyen birisi insan olabilir mi, bilinmez. Bu budala böyle idi işte. Her sarılışında bizi, biz her kimsek, davet ederdi, saatlerce titrerdi bir dalın tüylü dokusuna sarılıp. İzler, izler, zaman ötesi bir surette izlerdik onu. Gülümserdi omzuna, ağzına, diline bir yaprak, bir kurt, bit, kırıntı düşünce. Düşününce seni gülümserdi nedense. Sevdiğini, seni kaybetmektense bu ağacı öldürebileceğini haykırırdı uluorta. Hoşumuza gitmezdi bu. Kerem, diye çıkageldi günün birinde, bu Kerem denen aşağılık yaratık, onu elimden almak istiyor, ant olsun, ant olsun ki benim olacaksa yakacağım bu ağacı ve sarılmayacağım hiçbir gövdeye onunkinden gayrı. Oku, dedik bir yapraktaki yazıyı: “İnanın, bütün bunlar aslında belki de korkunç derecede saçma şeylerdir! Yalnızca benim düşüncelerimdir bunlar... İçinde gizemli... veya yasak bir şeyler olduğunu düşünüyorsanız, yani kısaca...” Attı yaprağı kenara, kibritle tutuşturdu ağacı, bizi, her şeyi. Gazaplanmıştı bir kere, dönüş yoktu. 

Nenem sarıldı ağaca. İçinde mi, yani bu mu o, diye sordu onlara. Yaktı, dallara sarılarak yaktı kendini, ağacı, bizi. Sıkıca sarıldı. Söz vermişti, söz vermişti ağaca dönüştürdüğümüzde, seni çağırmayacağına, artık ölü olduğuna inanmanı sağlayacağına ant içmişti. Oysa, anladık ki, sızıyor düşüne gün aşırı, zehirliyor düşüncelerini, seni bu ağaca çağırıyor. Madem öyle, bu kadar seviyor, o zaman bir anlaşma da seninle yapalım. Sana dallardan evlat vereceğiz, hemen doğuracak, kısa sürede mutlu mesut olacaksın ama gelme bu ağaca. Başka bir şey söyle onu soranlara, öldü de, nehir aldı de, ne dersen de, bizi söyleme, ağaca gelme. Gelme, insansın sen, yenik düşer gelirsin sevdana, gelme. 

Mutluyum, ağacın içinde çürüyor varlığım. Anlaşmayı bozdum, sana geldim. Aşağıda onların var ettiklerinden olma torunum merakla bekliyor. Seni çok özledim. Bekleyemedim, bekleyemezdim. Haberini aldığımda düştüm yollara. Budala senin için tırmandım bu dala. Bak hâlâ komiğim. Dışarıda yaşamaktansa burada mahkûm olmak yeğdir bana: “Yalnız açıkça söylüyorum, böyle sanan okuyucum yanılacaktır; bu düşüncemin ölüme mahkûm olmamla hiçbir ilgisi yoktur. Sorun onlara, her birine tek tek sorun bakalım mutluluktan ne anlıyorlarmış? Ah inanın, Kolomb Amerika’yı keşfettiği anda değil, onu keşfederken mutluydu.” Sıkıca sarıyorum dallarını, hâlâ genç ve dirisin. Sar beni, seni istiyor ölü gövdem. 

Çıtırtılar geliyor göremediğim dallardan. Yeşil sızılar yükseliyor. Nenem, onun buraya gelmesi için gönderilen bir elçi olduğumu bilmeyecek, bilmiyor, öğrenmeyecek. Erimeye başlıyor gövdem. Gözlerimi kapıyorum, sarılıyorum ağaca, yanmıyor, çevresindeki kır yapraklardan birisi kopuyor tutunduğundan, uçuşuyor. Yakalayamıyorum, eriyor boşlukta, yitiyor. 

 Nenem, dedem, diğerleri mutlu, biliyorum. “Hem sonra, gerçekten mutsuz olabilir mi bir insan?” 


 *Alıntılar Budala eserindendir.

July 04, 2021

MAHONİ

 

Söylesem inanır mıydı, yolundan döner miydi, bilmem. Onu ne kadar sevdiğimi, ölesiye sevdiğimi haykırsam yüzüne, fark eder miydi bir şey? Bizi bir arada tutan onca sebep vardı: sadakat yeminimiz, çocuğumuz, o, acılarımızın benzerliği, yüzümüzdeki çizikler, kokumuzun bir diğerine sinmesi ve bu sinişin, tüm sinsi yönlerimizi süpürmesi. Bunları fısıldasam minik kulaklarına, öfkeli suratına, kıllı gövdesine ve ondaki derin kesiklere üflesem tümünü duracak mıydı? Hayır. 

Kasabamızın erkeklerini meydana topladılar kara bir günün akşamında. O günün hiç mavi gülümsemediğini, gri siyah bir surette üstümüze çöktüğünü anımsıyorum. Basıktı hava, asıktı suratımız. Kedimiz Mahoni, tırmalıyordu görünmez canlıları. Hırçınlaşmıştı. Boşlukta sallanan fare gölgelerini görmüştüm onun gözleriyle bakınca. Hafif kızarmış etleriyle, süslü kuyruklarıyla canımı acıtmıştı varlıkları. Daha bir hiddetlenmiş, etrafımda dönerek beni kuşatan imgeleri ısırmak istemiştim, kurtarmak evde kim varsa. Başımın ağrısı dinince Mahoni de bitap düşmüş, dibine sığınarak duvarın verdiği serinlikle sızısını dindirmişti. Açık kalmıştı musluğun suyu banyoda nedense. Kucak kucak akıyordu merdivenlerden aşağı çavlan misali. Üst kata çıkamıyordum korkudan. Gidersem banyoya, aynadan bir kez daha bakarsam geçmişe, görecektim o anı. Tıraş bıçağının jiletini parmak uçlarında evire çevire gezdiriyordun. Kapı aralığından sezmiştim bunu. Su açıktı. Aynadan seni gördüm sonra, aynada, ayna seni, aynı seni. Jileti, uzattığın dilinin etli uç kısmına batırdın usulca, kırmızılaştı mor et. Ağzına akan bir damlayı dahi heba etmedin. Sana ait allığı yudumladın. Büyük bir hazla titrediğini anımsıyorum. Kanım dondu tabii, uzaklaştım oradan. Çıktığında duşunu almış, yanlışlıkla dilini ısırdığını söyleyerek tebessüm etmiştin bana, Mahoni’ye; Baran’a -çocuğumuza bakmıştın tiksintiyle. 

Baran’ın tuhaf özellikler gösterdiğini daha o çok küçükken anladım. Erken doğum nedeniyle çeşitli anomaliler vardı vücudunda. Burada tıbbi açıklamalarına girip bunaltıcı olmak istemem. Yemek borusunun tıkalı, gelişmemiş olmasından tutun da, boyun bölgesinde ve akciğerlerinde kiste kadar her türlü melanet sarmıştı küçük bedenini. Bunlarla baş etmeye çalıştım, normal olmasa da nefes alabilen bir canlı görünümüne kavuşabilmesine gayret ettim. Sen yoktun bunların hiçbirinde. Küçük bir yaralı kargayı andıran Baran’ı görünce tadın kaçmıştı. Doktorların felaket senaryoları, hemenölürleri, yaşamasıbilemucizeleri, onuiyiyaşatınları, işinizzorları seni bambaşka biri kıldı. Baran katı gıdalar yiyemiyor, su dışında içecek tüketemiyordu. Kulakları duymuyor, gözleri kısmen seçiyordu nesneleri. Onca ameliyattan sağ çıktık, ben de öldüm öldüm dirildim. Ölse, dedim, ölse, sonra, tövbe, dedim. Ölmesin, hep olsun, ben öleyim. Kara yazım, tuhaf öyküm, çelimsiz varlığım ölsün, yok olsun, yok olsun. Geceleri arttı ağrıları Baran’ın, benim gövdem de seni istedi, etlerim iştahla kabardı ama yoktun. Parmak uçlarıma kirler birikmişti, temizleyemedim, sanki hiç olmamıştım, yoktum. Yoktun. 

Meydanda toplanan erkekleri çırılçıplak soydular. Astılar ağaç dallarına, can havli seviyesinde, kütüklerin üzerinde. Ben göremesem de Mahoni’yi yolladım, o benim için görür, işitir, anlatır bana olanı. Üstlerine tazyikli su tuttular. Tekmeler, tokatlar, yumruklar, akan alları götüren sular. Sizi, sizi, dedi lideri grubun, öldürmediğime şükredin. Büyük bir yağmur çıktığını söyledi Mahoni. Konunun özünü anlayacakken çıkan bu yağmur tufana dönmüş. Liderin ağzına saplanan bir dalla süzüldüğünü sezmiş kedim. Mana verememiş olan bitene, mantık aramış, yok, sırrı çözmeye çabalamış, nafile. Çıplak erkekleri çözmüş var gücüyle, ısırmış ipleri, kütükleri devirmeden titreyen bacakları sarmış, ısıtmış ıslananları. Uslananları sarmalamış. Tufan dinmiş derken, mavi sarı belirmiş gökteki sıcaklık, iri erkek gövdelerinin yaralarını emmiş, iyi etmiş, almış ağrılarını kedim. Bana böyle anlattı. Sadece o iyi değildi, dedi. Onun neden böyle olduğunu anlamadım. Derman bulmadı, gözlerinin feri gitmişti. Aynı kişi değildi, ardımda sürüklediğim, boynundaki ipini ısır ısır eve getirdiğim bu adam, aynı canlı değildi, asla değildi. Mırlamadım onu taşırken, daha çok bir korku, keder ve şüphe aktı içime. Sivri dişlerimi geçireyim karnına, dedim ama vazgeçtim. Sizi, sizi ayırmak istemedim. Ağzının kenarından beyazlıklar fışkırdı Mahoni’nin. Sakinleşti, duruldu, sustu. 

Baran’ın ertesi sabah normale dönmesine ne demeli o hâlde, Mahoni’nin beyaz bir ölüme ulaşmasına, senin bedenen güçsüz düşmene, elden ayaktan kesilmene ne söylemeli? Bana kalırsa ruh göçü gibi bir şeydi bu yaşanan, Mahoni’nin gövdesinde bu zamana dek konuşan Baran’dı belki, o gece Mahoni’nin bedeninden kendi bedenine dönüş fırsatı bulmuş gibiydi. Bunun olması için acaba senin tükenmen ve onun gazabına uğraman mı gerekiyordu? Bunlar gerçeklikten uzak, film senaryosu tadında geliyor kulağa. Olmaz böyle saçma şey. 

Mahoni’nin naaşını özenle kaldırdım yerden, temiz bir çarşafa yerleştirdim, ağzını temizledim, kalkan kaşlarını, kıvrılan bıyıklarını okşadım. Çarşafı kefenleştirerek kedimi içine dertop ettim. Bahçeye gömmek isteğiyle dışarı yöneldim. Orada yanı başımda bitti Baran. Işıl ışıl gözleriyle seslendi: Ben Mahoni. Baran’ı gömeceğiz. Titredim. Öpmeye başladı ellerimi. Dudaklarının ıslaklığıyla gülümsedi. Onu da gömeceğiz merak etme, diğerini. Biz kalacağız nihayetinde. İkimiz. Bayılmışım. Kendime geldiğimde Mahoni’nin bana tohumlarını saçtığını biliyordum. Bunun başıma geleceğine emindim zaten. 

Çaresiz gözlerle bize bakıyordun. Konuşamaz, duyamaz, devasız bir Baran’dın olsa olsa. Bana ve Mahoni’ye kayıyordu az görür boncukların. Mahoni karnına oturdu senin. Ağzını açtı, güçsüz dilini çıkardı. Jileti, uzattığın dilinin etli uç kısmına batırdı usulca, kırmızılaştı mor et. Ağzına akan bir damlayı dahi heba etmedin bu hâlinle. Sana ait allığı yudumladın. Büyük bir hazla titredin. Kendi ölümünü içmek. Haydi, dedi Mahoni bana, ona en büyük hazzı yaşatma zamanı. Ne istersin, ne olsun ona? Gülümsedim. Ölse, dedim, ölse, sonra, tövbe, dedim. Ölmesin, hep olsun, ben öleyim. Kara yazım, tuhaf öyküm, çelimsiz varlığım ölsün, yok olsun, yok olsun. Mahoni’nin yüzü düştü, çocuk gövdesindeki elleri karıncalandı. Sizi, sizi, dedi Mahoni, öldürmediğime şükredin. 

Mahoni’nin ağzına saplanan bir dalla süzüldüğünü görüyorum şimdi. Baran’ın dalda boşluğa sallanışını. Benim Mahoni’ye aşık olduğum açık, sana değil. Gidiyor dalla süzülen Mahoni. Söylesem inanır mı, yolundan döner mi, bilmem. Onu ne kadar sevdiğimi, ölesiye sevdiğimi haykırsam yüzüne, fark eder mi bir şey? Sen, bizi bir arada tutan sebeplerden biri miydin? Dilime saplanıyor jilet. Siniyor sinsi. Paslı, ölümcül bir kesik. İçim akıyor. Kucak kucak akıyor merdivenlerden aşağı çavlan misali. Kırmızı. Mahoni bir kedi. Ben neyim?

Olmaz böyle saçma şey.





June 19, 2021

ARINCA

Başıma gelen felaketleri size anlatacak değilim Kemal Bey. Kemal Bey, dinliyor musunuz? Dinlemiyorum, neyini dinleyeceğim bu aptal tavrınızın. Buruşmuşsunuz Seher Hanım, tükenmişsiniz. Yaşlanmışız, bitmişiz. Farkında değil misiniz? Yüzünüzdeki maskenin içinde küçük ağzınız. Karanlık ve yitik. Bir kere olsun dinleyin Kemal Bey, gidelim buralardan, hani köyümüzü çevreleyen yamaçların en büyüğünde otururdu Bitli Burhan. Arı kovanlarını çıplak elleriyle açar, bala daldırırdı elini, acıdan kızardıkça daha da acıyan parmaklarını sürerdi yüzüne, siyah beneklerle kabaran suratının sızısını ısırgan otlarıyla dindirirdi. Anımsadınız mı? Ne oldu ona Seher Hanım? Sizi takip etmesini sevmezdim. Bilirdim bunu, kanıtlayamazdım ama peşinizde olurdu o iğrenç kokusuyla. Beni aldattığınızı düşünürdüm, içim içimi yerdi hâliyle. Ne oldu ona şimdi? 

Lanet bu arılar. Ballar. Ayılar. Balayılar. Onu böyle bir günde öldürmem. Göğe bakıyor Burhan. Elde edene dek benimdir arılar. Köyü yakacağım. Ne oldu bana? Elde ettiğimde benimdir arılanan. Yere bakıyor Burhan. Karıncaların günahı yok kırınca karıncayı. Minik ayakları ile yürüyorlar, kaçıyorlar, geçiyorlar. Yağmur başladı Burhan. Islanma. Suyu seviyorum, gök musluğu, duş başlığı. Düş başlığı. Arınca. Saçmalama, o da nedir? Seher Hanım, elinde bir kapla çıkageldi. Bal verir misiniz, dedi, sayın Burhan Bey? Bakamadım yüzüne. Burhan Bey, dinliyor musunuz? Yalnızsınız ve mutsuz. Görüyorum bunu. Benimle paylaşsanız balınızı oysa, nasıl neşelenirdiniz, değil mi? Keyifle dolardı haneniz. Ellerimi tutmaya çalıştı, karıncaları ezdi damarlı bacaklarıyla. Kötü kokum sindi sanki üzerine, üstünü çırptı, burnunu kaşıdı. Sağ elindeki tırnakları kemirdi, tükürdü hayvanların üzerine, gülümsedi. Onu sevmiyorum, dedi, sevmiyorum Burhan Bey.  O da beni sevmiyor çünkü, sevgi böyle tuhaf bir şey. Yaşıyoruz ölmek için. Farkında değil misiniz? Kabın içine bir bit yavrusu düştü. Çırpındı. Çıkmak istedi, yapamadı. Sivri dişleri vardı belki, göremedim. Isırdı, ısırdı boşluğu ve kabın merkezine devrildi gövdesi. Kemirilmiş tırnak ucuna kondurdu ölüyü Seher Hanım. Ben buyum, dedi, ötesi değil. Ağlamaya başladı. Sarıldım ona. 

Kemal Bey, kendinizde misiniz? Nefes alamıyor, yardım edin, kimse yok mu? Kalp masajı yapıyorsunuz bana Seher Hanım. Ölmemem için, yaşıyor muyuz sahi? Bana ettiklerinizi biliyorum, anlıyorum isteklerinizi. Bir oldunuz Burhan’la. Beni ortadan kaldırmak istediniz, farkındayım. Yanıldığımı söylemeyin. Kalabalık toplanıyor başımıza, açılıncılar, öne çıkmayı sevenciler, şov mahlukları çevreliyor yaşlı bedenlerimizi. Dudaklarımı öpüyor bir adam, nefesini ruhuma üflüyor, tebessüm ediyorum. Çiçekler uçuşuyor havada, kuşlar, düşler. Yırtınıyor Seher Hanım, onu duyamaz oluyorum. Dermanım kesiliyor. Üzülmüyor, bilirim, bu onun bayramı. Sevmiyor, istemiyor beni. 

Sarılmamla birlikte sevmeye başladım Seher Hanım’ı. Bana uzattığı ölülü parmağın ucunu öptüm. İçime aktı bit. Öyle bir yağmur yağdı ki, anlatamam. Islandık ve o fırtınalı yağmur boyunca tek vücut kaldık. Gözümüzdeki yağmurla birleşti akanlar. Köy diğer kıyıda kaybolmuştu, puslanmıştı yeryüzü. Burhan Bey, dedi sessizce, duyulmaktan korkar gibiydi, size geldim, yine. Arınmış şekilde. Yalan söylüyordu Seher Hanım. Anlarım ben, görmem belki, işitmem ya da ama anlarım. Bilirim. Karıncalarım söyler bir de. Yürüyorlar onun keşfedilmiş ve tükenen teninde. İhanet etleri. Yüzüm acıyor. Karıncalanma. Ben dev bir karıncaya dönüşeceğim günün hayaliyle yaşadım daima. Bal için gelen o turist kadına sordum bunu, adama sordum. Olamaz mıyım, olamaz mıyım karınca? Antenleri olan, tombul kıçlı, kokmuş bir karınca olamaz mıyım? Hayır. O zaman arılarım size gösterir gününüzü. Ben karınca ve arı çelişkisi yaşadım ömrümce. Birbirine karıştırdım leşlerini, kötü koktu. Arınca koydum adını, değişik görünüyordu, sonra bir araya getirdim bu iki türü. Isırdılar beni, soktular, sevdiler, sahiplendiler. Arınca, evet, boğazını sıktım turist kadının, adamın, yedirdim arıncalarımı, zorla, zorla. Oh, yiyecekler. Biraz bal damlatarak acılarını aldım. Adam, kafatasıma sapladı bıçağını. Kamp çakısı gibi bir şey, emin değilim, gülümsedim, arıncalarım korur beni. Yaşatırlar. 

Elleri ellerimde Seher Hanım’ın. Ölü gibi hissediyorum. Mecalim yok. Yeryüzü sayfası çoktan kapanmış benim için. Doktor, Seher Hanım’a sarılıyor. Metin olunuz hanımefendi, iyi olacak. Elimizden geleni yaptık. Maskesini, onlarca maskesinden biri, saran gizli ağzındaki tükürüklenmeyi seziyorum. Maskede lekeler, nemlenme, gölgeler. Ne buldu Burhan’da? Bende olmayan, ben olmayan ne gördü? O kokusu, yalnızlığı, ahmak börtü böceği dışında ne keşfetti? Dokundu mu bacaklarına, titredi mi içi? Neden yaptı, niye? Onlar birbirine sarılırken mor pijamalı, kesim yerleri pembe, bir küçük kızın oralarda olduğunu söylemişlerdi. Kız, Senem Ana’nın şifalı nefesini alsa da iyi olmamış aslında, Zeynep adında, o tufanın orta yerinde koşturup durmuş o gece. Gündüz ya da akşam. Bilen yok. Bana gelip ellerimi tuttuğunda gülümsemiştim. Yaşlı bir karınca olsam da beni seçeceğini söylemişti. Ellerimle yok etmem gerekecekti onu oysa, ömrünü yemem. Fişimi çekin Seher Hanım. Elleri gidiyor makineye. 

Karınca ısırığı kötüdür. Acıtır. Seher Hanım’ı ahıra taşıdım. Başından akanlara bir çare bulmam lazım. Yağmur yok ediyor her şeyi. Sırılsıklamız. Mutlu. Cansız gövdesini saran ıslak kıyafetlerini çıkarıyorum. Arınsın, aklansın. Ölmüş canlılığı asırlar önce, açık. Memeleri erimiş, göz akı kalmamış. Sarılınca geçer. Sarıyorum. Sarsılıyoruz. Yer yarılıyor elbette, dönüyoruz geçmişe. Gündüz ya da akşam. Bilen yok. Bana gelip ellerimi tuttuğunda gülümsüyorum. Yaşlı bir karınca olsam da beni seçeceğini söylüyor. Ellerimle yok etmem gerekecek onu oysa, ömrünü yemem. İcap edecek. Zeynep’i icat etmem gerekecek. 

Parçalıyorum Burhan’ı. Sevmiyor beni, sevmiyor. Kıvranıyor böcekleriyle, arıncalarıyla yerde. Zaaflarından vuruyorum bu avanağı. Ölü etlerin yanına savuruyorum etini butunu. Kokuyor leş. Köyün ışıkları bir AVM edasında parıldıyor artık. Tuhaf ayakkabılı erkek ve kadın turistler bu ölüm mabedini seyrediyor. Gökten dev karıncalar düşüyor. Gülümsüyorum. Sevmiyor beni, sevmiyor, fişimi çekin, gülümseyin Kemal Bey, çekiyorum. Düzeltiyorum mor pijamamı. Takibimi sürdürüyorum. Yakacağım köyü. Yakacağım, biliyorum.