-Üstünde yeşile çalan bir bluz var. Fena değil yani, demiştim ve sıkıntıdan infilak etmek üzereydim. Bu kadar yeter mi Mehmet?
Mehmet, koluma girmiş ve üçüncü gözü olan beni sıkıca sarmalamıştı. Hava, terden ibaretti sanki. Yapış yapış olmuştuk ikimiz de. Yapışkan biraderler. Nefret ediyordum bu yakınlaşma hissinden. Koca cüssesi ve çirkin görünümü ile Mehmet’i oracıkta boğabilirdim. İki iri taş parçasını andıran gözleri biçimsizdi ve zaten işlevsizdi.
-Altına ne giymiş, diye ısrarla ve defaatle sordu yapışık ikizim. Benim yüzümdeki sıkıntıdan oluşmuş yeni yüzü göremiyor olması üzücüydü ama fark etmezdi. Kısa bir etek Mehmet, diye yanıtladım. Turkuvaz rengi hakim desenlerinde de.
Oysa o tarafa bakmıyordum bile. Gözüm az ileride hoplayıp zıplayan modern zaman zibidilerindeydi. Bir yandan da Mehmet’i kollamam gerekiyordu çünkü gelen geçen sözde gözü görenler Mehmet’e çarpıp, bir de üstüne söyleniyorlardı.
Mehmet, kız kokularına karşı aşırı hassasiyet geliştirmişti. Açıkçası onunla gezdikçe bende de benzer bir kabiliyet peyda olmaya başlamıştı. Şu gelen kız bu parfüme bürünmüş, yok öteki şu kokuyu sürünmüş ve diğeri şişeyi gövdesine boca etmiş…İlginç olanı, çoğu kadının parfümden ibaret olmasıydı. Yanından bir hışımla süzülüyorlar ve sokakları bin bir kokuyla geçerek, yaşama izlerini sunuyorlardı.
Bence, bütün kadınlar birer parfüm şişesidir, dedim Mehmet’e. Mehmet, yandan geçenlere kafasını montelemek ister gibi eğilmiş bir haldeydi. Ne giymişler, açık mı, ne güzel kokuyor değil mi, diye bir soruyla değerlendirdi az evvelki özlü sözümü. Mehmet’in keyfi gıcırdı. Bastonu bendim. Yandaki kızların giyimlerini eleştirel bir bakış açısıyla Mehmet’e sunarken, kıtır kıtır bir ses geldi hemen yanımdan. Mehmet, kocaman, paslı ve amaçsızca dikilmiş direğe çarpmıştı. Kafasından akan kan, burnuna pıt diyerek düştü. Mehmet’in oyulmuş patatese benzeyen suratında daha önce hiç görmediğim bir acı vardı. İçim burkuldu. Bir şey yok oğlum, dedim. Sadece biraz sıyrılmış.
Ağlıyordu Mehmet. Patilerini yumuk yumuk yapmış bir kedi yavrusu gibi götürdü yumruklarını gözlerine ve gözyaşlarını tazeledi. Ne yalan söyleyeyim, benim hatam değildi bu durum ama hüzün, adres sormuyordu. Gelip kapıyı çalmıştı birden. Çok ağrıyor başım. Şişmiş mi?
Yok birader ya ne şişi. Gel, bi şiş kebap yiyelim gibilerden mırıldandım ve yollandık ucuz dönerciye. Mehmet, in abi. Çık, şimdi gibi direktifler veriyor ve yolda güvenli yürüyüşü temin ve tesis etmeye çalışıyordum. Mehmet sordu, keşke bir kızla tanışsam değil mi abi? Evet, dedim, iyi olur. Sen de yok mu kız numarası abi? Vardı tabii. Al kardeşim, dilediğin kadar. Esra, Lale, Sevda. Hangisi? Patates kafasında neredeyse bir patates yumrusu daha oluşturmuştu bu arada geçen zaman ve geçmez darbe.
Yedik tavuk dönerimizi neticede. Kürdanla dişlerimin oyuklarına yer eden kırıntıları imha ediyordum. Bu arada Mehmet, Esra’yı aradı. Kız, üçüncü arayışta alo demişti telefona. Rahat ol Mehmet, kız her yola gelir oğlum. Merhaba diye başladı söze. Kız, kimsin lan ayı, dedi. Sakin Mehmet. Kız yola gelir. Ben, numaranı yerden buldum. Ağacın dibine pislerken, yan pisuvarda hacetlenen köpekten aldım. Aferin Mehmet, iyi yoldasın. Söylediklerimi tekrarlıyordu o tavuk pirzola kıvamındaki kulaklarına.
Defol ya, gerzek. Sosyal medyadan ekledim, safsatası da kızı tatmin etmedi. Baktım olacak gibi değil, telefonu aldım elime. Dedim, biz yunus polisiz. Gözlüklü, entel tipleriz. Arkadaşım sarhoş. Görev başındayız. Maaşımız yüklüce. Kız yumuşuyordu giderek. Olur o halde ya. Buluşma şansını yakalamıştık Mehmet adına. Ne yunus polistik, ne de polis. Okumuyorduk bile. Mehmet kördü, ben de kör olmak üzereydim.
Gözlerime Keratokonus teşhisini koyan cani bir doktorun eline düşmüştüm. Retinada hunileşme, demişti beyaz önlüklü, ileri aşaması körlük. Korkmadım ama ben. Girdim Mehmet’in koluna. Öğrendim baston tutmayı, taşa takılmayı ve direğe çarpmayı.
Gittik her zamanki parkta oturduk. Gelen geçen boldu. Mehmet, topuklu ayakkabının çıkardığı sesleri algılayacak özel bir radar sisteminin malikiydi. Şu kız nasıl, bu güzel mi, nev’inden suallerle can sıkıntısı denilen olguyu gerçek ve geçerli kılıyordu. Banyoda mastürbasyon yaparken, kaldığım yurdun müdürü gelip beni azarladı abi.
Üzüldüm yine. Mastürbasyon hepimizin hakkı. Ya Mehmet, senin o işi görecek daha uygun bir mekanda olman gerekmez mi? Doğru ama, diye sürdürdü yakınmasını, acı biberin dilde bıraktığı peltekliği andırıyordu artık sözcükleri, ne yapayım?
Hemen yan oturakta iki herif konuşuyorlardı. Biri daha gençti ötekinden. Mehmet, geçenleri koklarken ben adamları dinliyordum. Çalan telefonu yanıtlayan genç, çeşitli mimiklerle konuştuğu kişiye muziplikler yapıyordu. Hepimiz böyleyiz dedim içimden. Hepimiz böyleyiz, dedim dışımdan hemen sonra. Kendimizi oynamıyoruz hiç. Mehmet, Abi, şu geçen kızlar nasıldı ya, cümlesini sarf etti.
Gökyüzü geceliğini giymekte ve uykuya çekilmekteydi artık. Mehmet, biraz daha tur atmamızı istedi. Yorulduğumu belirttim, yorgunum birader be. Yarın bakarız. Suratı, anlam taşımıyordu karanlıkta. Gözlerim zaten, bana zor yetiyordu ve gördüklerimi paylaşarak onları yoramazdım.
Mehmet’i bindirdim otobüsüne ve eve gitmek üzere doğruldum. Çok geçmedi, bir yüz metre sonra Mehmet’i az ilerideki çöp poşetlerinin arasında yaralı vaziyette buldum. Ne oldu birader ya, diyerek bir koşu yanına gittim. Şaşırmıştım ve dahası afallamıştım. Kim yapardı bunu? Abi, önümdeki kıza yanlışlıkla yaslanmışım. Kokusu, beni sarhoş etmişti neredeyse. Nefes nefeseydi ve hırıltıya benzer sesler üretiyordu. Kadının kopardığı feryadı işiten namus bekçiliği görevindeki otobüs efradı, çocuğu bi güzel pataklayıp otobüsten yuvarlamış. Şimdi, gözleri de kanlanmış, yanakları soyulmuştu. O patates suratı, kumpire dönmüştü. Gel oğlum ya. Yok bir şeyin. Bunlar olumlama cümlelerimdi her zaman kullandığım. Vardı bir şey. Yoktu bir şey. Varlık. Yokluk. İsteyerek mi dayandın kıza edepsiz? Yok be abi, dalmışım ben. Bırak palavrayı birader. Yeme beni. Tamam abi, bilerek ama ben körüm. Göremedim. İnsan, göremeden çok iyi dayak yer diye sızlandım. Gel, kumpir yiyelim. Abi, güzel kadındı ama. Diri vücudu vardı.
Yürü git kardeşim, demiştim ama aklım diri vücuda gitmiyor değildi hani. Nasıldı, anlatsana Mehmet? Ne giymişti? Utandım kendimden hemen sonra. Kördü sahi. Muhtemel kördüm sahi. Arzular da körleşiyor muydu? Kim, gözünüz kör olsun diyerek kargılar savurmuştu bize? Kumpir Mehmet’le yürüdük. Yürüdük. Yürürlükten çıksaydık keşke…Gece, herkesi eşitliyordu artık. Kimse görmüyordu karanlıkta. En çok geceleri mutluyum Mehmet. Senin adına. Sahi, yaslandığın kadın nasıldı?
-----------------------------------
22 Temmuz 2011 Cuma
1:47:28
No comments:
Post a Comment