Tartışarak ilerliyorlardı. Daha doğrusu, dişi tartıyordu. Tartışma için gerekli olan muhatap karşısında olsa da erin ağzından tek söz çıktığı duyulmuyordu. Dişi, o gün giyinişine ihtimam göstermişti. Boynunda, ışıl ışıl bir gerdanlık göze çarpıyordu. Oldum olası, enfes kokular sürünürdü. Kesif bir ıtır rayihası, belden yüze doğru yayılmaktaydı. Dişi, iltifat ve yeni bir başlangıç bekliyordu. Öte yanda er, hırpani bir görünüme sahipti. Metazori giydiği, bir gömlek ve ütüsüz pantolonu, içler acısı halini gözler önüne sermek için kafiydi. Saçı sakalı iç içe geçmişti. Burnu, kıl yumağının arasından zor seçiliyordu. Dişi, dayanamadı:
“Bu halde, daha ne kadar sürer bilmiyorum. Hayal kırıklığına uğruyorum.” Er, dişiden sıçrayan kokulardan bir kısmını içine çekti. Ferahladı. Muhtemeldir ki, dişi ile uzun süredir görüşmüyordu. Tümce kurmak için çaba sarf etti. Hangi sözcüklerden istifade etmeliydi? Düşündü taşındı. Artık cümlenin omurgasını oluşturmak üzereydi. “Ben..” diyecek olduysa da, dişinin taarruzu karşısında, sesi gür çıkmadı.
“Sana söylüyorum. Susmaya devam mı edeceksin? Günlerdir görmüyorum seni. Niçin buradasın? Söylesene! Her şey, yolunda gidiyordu. Aklına gelen saçma sapan fikirlerden kurtul artık.” Dişinin gözleri doldu. Dayanacak mecali yoktu daha fazla. Müteredditti. Tahammül edecek zaman değildi bundan sonrası…
Er, geçmişinden kesitleri getirmek istedi gözünün önüne. Dişinin üzerinde nasıl bir intiba bıraktığını düşündü. Olmuyordu. İlk görüşmesinde dişiyi tava getirmek için muhtelif yollara başvurmuştu. Bu yollardan kimini anar gibi olduysa da, hatıralar çoktan birer puslu anı olarak bellekteki raflara kaldırılmıştı.
“Değişen ne? Ben mi yoksa o mu? Mutlu mesut yaşıyorduk. Herhangi bir sorunumuz da yoktu. İrtifa kaybettik sürekli. Ölgünleştik. Birtakım saplantılarla boğuştum durdum.” Karşısında, çılgına dönen dişinin bu sözlerini duymuyordu er. Bu, başına son zamanlarda sık sık gelmeye başlamıştı dişinin. Oysa nelerini vermişti onun için. İlk gülüşünü, öpüşünü, dansını hatırladı. Şimdi tasavvur dahi edilemeyecek anlardı yad edilenler. Erinin müptelası olmuştu adeta.
Güneybatıdan esen yel, erin kulaklarında mola verdi. “Adı imbat olmalı. Evet. İmbat bu. Ussal bir tahmin gerçekleştirdim.” Er, idrak yetisini kaybetmemişti ama dişi ile alakalı anılarını yitirmişti. Sevi serüveni bir müddet evvel, er için noktalanmıştı. Sebebini bilmiyordu. Hakikat şu ki, er dişiyi kandırmıyordu. Ortada aldatmaca yoktu.
Dişinin kaşı seğirmeye başlamıştı. Topak haline gelmiş burnunu çekerken, ere son bir kez yüklenmeyi kararlaştırdı. Cebinden çıkardığı pusulayı göstererek, haykırdı: “Hatırlamıyor musun? Sen vermiştin. Yalan mıydı tüm o sözler? Alay mıydı ha? Söylesene.” Dişi, erin sinesinde yumruk darbelerinden müretteb ödemler oluşturuyordu. Er, dişiyi kırmaktan imtina etse de, daha fazla dayanamadı.
“Sizi tanımadığımı söylemiştim defalarca.” Dişinin gözünde melun, konuşmasını sürdürüyordu. “Siz, bir nazeninsiniz, bense metruk bir harabeyi andırıyorum. Lalettayin yaşıyorum. Doğru. Bir dakika sonram belirsiz. Gösterdiğiniz fotoğraflar, videolar ve yazılar kurmaca olmalı.Evet. İnandırıcı değiller.” Kurmaca sözcüğünü işiten dişinin çığlığında kalan er, ökseye bastığını geç de olsa fark edecekti. Dişinin bir zamanlar kendisiyle iftihar ettiği er, bir hafta sonra dişinin kendisi olmadan intihar ettiğini öğrenecek ve üzüntü belirtisi göstermeyecekti.
Sorun çözülmüş müydü? Yoksa yeni mi başlıyordu? Dişinin intiharı, er için bir ihtar niteliğindeydi. Etrafında kimse kalmamıştı. Hatırlayamıyordu bir türlü. Bir ailesi yoktu görünürde. Belki de uzak şehirlerde onu bekleyen, yollarını gözleyen kardeşleri vardı.
Pasak içindeydi er. Salim kafayla düşünemiyordu. Kaldığı pansiyona borcu birikmişti. Pansiyon sahibine görünmeden, kendisini sokağa attı. Cadde boyu ilerledi. Ağaçların dizilişini inceliyordu. “Mükemmel. Simetrik. Her şey uyum içerisinde. Farklı bir strateji belirlemeliyim.” Er, ağaçlara dalmış bir halde giderken, yaşlı bir bunakla çarpıştı ve adamın sövgüsünden nasibini aldı. “Verdiğim savaşım görülmeye değer. Devam etmeliyim.” Yaklaşık on dakika sonra, er, bir oturağa yöneldi. Soluklanmaya ihtiyacı vardı. Gözüne bir âmâ çarptı. Âmâ adam, bastonunu sağa ve sola hızla çarparak ilerliyor ve bir yandan da şekva içinde bağrışıyordu. Âmâ adam, üst geçidin merdivenlerine kadar palas pandıras yürüdü. Erin gözü, adamın kulaklarındaydı. Ufarak kulaklar, çevredeki seslere dikkat kesilmişti. Kedilerdeki duyuş hassasiyeti kadar olmasa da âmâ adamın kulakları, iyi duyuyordu. Âmâ, bacaklarını iki yana açarak ve adeta reverans yapar gibi eğilerek basamakları tırmandı ve gözden yitti.
Tüm bunlar olurken, erin yanına oturan bir çocuk, onu dikkatli gözlerle süzüyordu. “Ne bakıyorsun sersem?” diyen ere, çocuk dil çıkararak yanıt verdi. Er, kendisini takdim etmek istediyse de, kullanım için tahsis etmesi gereken sözcüğü kestiremedi. “Adın ne?” Çocuk, şaşkınlıkla az evvelki davranışını telafi edecek sözcüğü aradı. “Adım, Şom. Seninki ne?” Beklenmedik soru gelmişti. “Adım, Şer. Yani öyle olmalı. Evet. Öyle hissediyorum.” Cümlesini bitirir bitirmez, çocuğa bir sille patlatan er,ürkmüştü. Çocuk, gözyaşları içinde hızla uzaklaştı.
Er, kaldığı pansiyona akşama yakın döndü. Elinde taşıdığı paketin içinde, ördekbaşı renginde bir etek vardı. Cebindeki tüm mangırı, pansiyon sahibine sökülünce pansiyon sahibi ucubenin, takma dişleri peyda oldu. Er, odasına yöneldi ve eline bir makas aldı. Saçlarını kesiyordu. Arada bir derisine batan ve kellesini mayın tarlasına döndüren demirden darbelere aldırış ettiği yoktu. Tıraş seansı bittikten sonra, bir müddet buz gibi soğuk su altında arındı. “Görevimi tamamladım.” Su, teninde dans ediyordu. “Oksijen evet. Rengi, tadı ve kokusu yok. Doğru. Onu içime çekiyorum.” Sudan çıkmış balık, yeniden odaya dönüyordu. Duvarda, çıplak bedeninin gölgesine şahitlik etti. Meşakkatli bir arınma olmuştu bu onun için. Vücudu, zayiat vermişti.
“Kadavra. Evet. Doğru kelime. Gerekli. Onlar için.” Sandalyenin üzerindeki paketi, bir hamlede parçaladı ve eteği inceledi. Etek, kelli felli bir kumaştan dokunmuş olmalıydı. Etekten, mis gibi ıtır rayihası geldiğini duyumsadı. Gözlerinden, istemsiz birkaç damla yaş arza doğru harekete geçti. Eteği, çıplak bedenine geçirdi ve fermuarı çekti. Etek, erin hantal vücudu için, fazla iddialı olmuştu. Gülümseyen er, eteğe mutabık bir külotlu çorabı da kılsal bitki örtüsü ile kaplı bacaklarına doğru sürükledi. “Kıstasım ne?” Aynanın karşısına geçti er. Işık yetersizdi. Dudaklarını diliyle ıslattı. Çekmeceden bir tarak çıkarttı ve ucunu ağzına götürdü. Kekremsi tat, iştahını kaçırdı.
Sadece bir dakika sonra, poşeti üzerinden aldığı sandalyeye oturdu. Gözlerini tavana çevirdi. Odanın dekorasyonu yetersizdi. Tavanda bir kanca ve kancadan sarkan urgan, gözüne ilişti. “Tadı kekremsiydi. Doğru.”dedikten sonra bir anda ayaklandı ve sandalyenin üzerine çıktı. Urganı, boynuna geçirdi. Gerdanlık gibi. Işıl ışıl. Itri bir koku. Enfes bir rayiha. Bıraktı kendini boşluğa. Üzerinde eteği ve külotlu çorabı. Artık çırpınıyordu. Tüm bedeni, balık gibi kımıldıyordu. Canını teslim etmek üzereydi. Yüzü şişmeye başladı. Kan, beyne ulaşmadı ve çırpınış, sona erdi. Dişinin bir zamanlar kendisiyle iftihar ettiği er, dişinin kendisi olmadan intihar etmişti.
==================
31.08.2010 04:02:10
No comments:
Post a Comment