Artık gecelerim gündüzlerime karışmıştı. Bir karışıklık vardı. Belli bir düzenim yoktu. Yine çok fazla uyumuştum. Başımı kımıldatamıyordum. Boynum tutulmuş, canım sıkılmıştı. Küfrederek doğruldum. Çok pis kokuyordu yorganın altı. Bir gaz patlaması yaşanmıştı. Umrumda değildi. Burnumu karıştırdım. Sonra yataktan doğruldum ve uzamış saçlarımı karıştırdım. Haftanın hangi gününde olduğumu hatırlamıyordum. Hava soğuktu. Aylardan Ocak’ta olmalıyız diye düşündüm. “İyi tahmin”
Üstüme bir iki elbise geçirip yola düştüm. Biraz hava almaya ihtiyacım vardı. Dışarıda yağmur resitali mevcuttu. Üstüme üstüme gelen bir yağmur. Üzerime birinin işediği hissine kapılıyordum yağmurlu havalarda. Ortalık sessizdi ve kimsecikler görünmüyordu. Bu durumdan hoşnut kaldım. Karanlıktı. Yağmur, yağ yağ bitmiyordu. Ben, yol kenarında yürümeye başladım. Ayakkabılarım adi maldandı. Ayaklarım ıslanmaya başladı. Yağmur suları dört bir yandan tokatlıyordu. Yoldan hızla geçen arabalar –hiç bilmeden- beni çamura buluyorlardı. “Allah belanızı versin.”
Belediye buralara pek uğramıyordu ama, asfalt dökülmeden önce buranın bir göl olduğuna emindim. Yağmur suları, herhangi bir kanalizasyon altyapısı olmayan bu viran yolu; hamile bırakmıştı. Her yer irili ufaklı gölcüklerle şişip kabarıyordu. Ağzımdan -artık adı her neyse- dumanlar, buharlar yükseliyordu. Burnum akıyordu ve halime gülecek karga bile yoktu civarda. Amaçsız bir yürüyüştü benimkisi. Sakallarımı kurcalıyor ve yüzümdeki sivilceyle cebelleşiyordum. Boynum, tutukluk yapmıştı. Sağa sola döndüremiyordum. Belimde de disk kayması olmalıydı. Canım yanıyordu. Kuyruğuna basılmış kedi gibi, acı içindeydim. Öfkem kabarmıştı. Beni ıslatan yağmuru ısırmak, çamura bulayan şoförleri tırmalamak ihtiyacını duyuyordum. “Mırrr”
Saat kaçtı bilmiyorum. Yürüyüşüm devam ediyordu. Mezarlığın civarındaydım bu sefer. Mahaledeki mezarlık önceleri pek ilgimi çekmemişti. Mezarda ölüler vardı. Ölüm, mahallede kol geziyordu. Titredim bir anda. İleride, mezarlık içindeki camiye yansıtılan yeşil ışık yanıyordu. Mezarlıkların her daim ürkütücü bir hali vardır. Nedendir bilmem. Ölümü istemeyen ama engelleme gücü olmayan insan için, mezarlar hep soğuk mekanlardır. Bozuk kaldırımda yürümeye gayret ederken, bir taraftan mezarları inceliyordum hasarlı boynuma inat. Ne çok kişi vardı ölen. Korktum. Ölenler..Ölenlerin ruhları...Off..Tamam...”Korktum”
Canım sıkkındı. Ölmek istemiyordum. Ölümü reddediyordum. Her şeyi reddettim. Kuralları, ilkeleri, düzeni, erdemleri...Bu sefer, hiçliği kabulleniş başlıyordu. Ölmemeliydim. Trafik kazasında ağır yaralanıp komaya giren bir arkadaşım vardı. Ben komaya bile girmezdim. Hiçbir yere girmem Umrumda değildi. Önümdeki gölgem kah uzuyor kah kısalıyordu. Kahkah kahkaha attım. Mezarlık ve ölüm düşüncesi, robot halinde ilerleyen bedenim moral bozucuydu. Az sonra, sol tarafımda hafiften bir gölge belirdi. İçim cız etti. Kimdi acaba? Mezarlık..Ruhlar..”Yok artık”
Gölge ağır ağır beni takip ediyordu. Erkekliğe halel getiremezdim. Adımlarımı yavaşlattım. Gölge de aynısını yaptı. Etrafta kimseler yoktu. Korkuyordum. Yudum yudum ölüm korkusu dökülüyordu üstüme gökyüzünden. Benim gölgem kayboldu. Her yer karanlıktı bu saniyeden sonra. Ara bir sokağa sapmıştım çünkü: Arkamdaki gölge kaybolmamıştı. Takip ediyordu. Arkamı dönüp bakmaya gücüm yoktu. Hafifçe başımı çevirip bakacak vücut sıhhatine de sahip değildim. “Tamam” dedim “Gidiciyim...Eşşedüü en la...”
Kararımı vermiştim. Allahtan kollarım sağlamdı. Sol elimi yumruk kıvamında yuvarladım ve diken diken olan tüylerimle büründüğüm kirpi kılığından sıyrıldım. Adam ya da kadın ya da canlı her neyse onu haklayacaktım...
Kendü suretim göründü bana. “Şimdi olacak iş mi?” Tek savaş kendinle olanıdır...”Peh peh...”
=============
19 Ocak 2010 Salı
No comments:
Post a Comment