August 08, 2011

Yedi Yaşam

Bir...Kız, adamının aldığı çiçeği elinde taşıyor ve yeryüzüne gülücükler saçıyordu. İkisi de mutluydu...İki....Balıkçıdaki adam “Hamsi beş lira. Düştü. Gel abla...” diye bağırıyordu. Üç....Başında kasketi olan yaşlıca bir adam, sarhoş kafayla yanındakine bir şeyler anlatıyordu...Dört...Uzun boylu sırım gibi bir delikanlı, arkadaşlarına “Hangi bara gitsek de bira içsek?” diye soruyordu. Gülüşüyorlardı...Beş...Köprünün ayağında iki evsiz adam, bir teneke içinde ateş yakarak ısınmaya çalışıyorlardı. Altı...Süpermarketteki yaşlı müşteri, evine erzak alıyordu. Aldıklarını tek tek inceliyordu...Yedi...Bir “hayvansatar” dükkanında iki köpekcik, sahiplerini bekliyorlardı...

Farkında değilsen; her şeye rağmen güzeldi yaşamak....

“Farkındaysan; her şeyiyle birlikte acı idi yaşamak”

Yedi...Bu, sevgi dışında her şeyin alınıp satıldığı “hayvansatar” dükkanında, sıralarını bekliyorlardı masumlar. Hapsedilmişlerdi. Maskara olmuşlardı. Yarım metrelik bir zindanda çaresiz direniyorlardı. Tabiatları gereği, yüzlerini asmazlardı. Bir canlı diğer canlıyı satıyordu. Kafeslerinin üzerinde şöyle yazıyordu. “Şok..şok..Ne alırsan 250 tl” Bir canlının böyle metalaştığı görülür şey değildi. Plastik leğenlerle ve bakraçlarla bir tutulan yavrular, en şerefli canlı sıfatıyla ödüllendirilen insanoğlunun elinde oyuncak olmuştu. Arada bir kafeslerinin önüne gelen irili ufaklı canlılara “Ne olur beni kurtar!!Sahi yapar mısın bunu?” diyorlardı havhavca. İnsanlar birbirlerine bakıyor ve hayvanların şirinliğinden dem vuruyorlardı. Doğrusu o değildi ama bazı insanlar bir köpek yaşının yedi insan yaşına eşit olduğunu söylerlerdi. Fark etmezdi. Doğum günleri yoktu. Evrenin tek hakim canlısı, insandı. Kendisini merkeze alır, diğer her şeyi bu şekilde yorumlardı..Bir not... Köpekler, evlat edinilseler bile özgür olamayacaklardı.


Altı. Süpermarkette idi yaşlı kadın...Neredeyse her nefes alış verişinde, öte aleme göçüp geliyordu. İki alış verişi bir arada yapması zor görünüyordu. Bedeni yorulmuştu. Önündeki alışveriş arabasına, uzun süreli incelemeleri sonucu onay verdiği erzakı dolduruyordu. Gözünde kocaman bir gözlük vardı. Görme yetisini yitirmek üzereydi. Gözbebekleri canlılığını yitirmişti. Feri kaçmıştı yaşamının. Hipermetrobi sorunu omalıydı ilk başta...Zira, ellerinden birinde altı parmak vardı. Bu kadın, acı çekmişti. Serçe parmağına yapışık et parçası, hayatını alt üst etmek için yeterli olmuştu. Korkuyordu. Utanıyordu. Her bakış, onu rahatsız ediyordu. Evlenememişti bu yüzden. Küçük et parçası ile evliydi. Hep yalnız yaşadı. Makyajlar yaptı, makyajları aktı. Onu seven kimse olmadı. Parmağına bakıyorlardı, sadece parmağına. Ve yüzlerini ekşitiyorlardı. Eldiven de taktı ama bu ona kâr etmedi. Bakıyorlardı her ne olursa olsun...Evlenemedi. Parmağıyla evliydi. Yaşlanmaya başlıyordu artık. Derisi pul pul olmuştu. Yalnızdı. Ailesi var mıydı bilinmez..Hiç konuşmazdı. Zaten, böyle bir konuşma yapmaya kelimeler müsait değildi. Sözlük dışı sözcükler olacaktı konuşmasında. Konuşması, acının ta kendisiydi. Ayna karşısında, Tanrı’ya ettiği isyanlarla çoktan cehennemi garantilemişti. Sorun sadece bir parmaktı...Bir parmak...Acı: bir parmak kadardı. Parmak kadar acı. Süpermarkette idi yaşlı kadın.

Beş...Köprünün ayağına sığınmışlardı iki evsiz adam. İkisi de iğrenç kokuyordu. Hayatın kiri üstlerine yapışmıştı bir kere. Gelen geçen “ah vah” ediyordu...İnsanlar duyarlıydı elbette...Ah vah ediyorlardı. Teneke isten kapkara bir hale gelmişti. Saçtan sakaldan kıl yumağı iki adam, ısınmaya çalışıyorlardı. Az ötede, pavyonda paralar su gibi akıyordu. İçkiler, mideye istifleniyor ve haya perdesi ardına kadar aralanıyordu. Adamlar, köprünün muhterem ayaklarına kapanmışlardı. Yardım diliyorlardı. Bir sıcak yatak, bir aş, bir de banyo...Kimbilir ne kadar zaman önce hamama gitmişlerdi. Hamama gidince vücudun kiri adeta akıyordu bedenden ama ya ruhtaki lekeler...Gelen geçenin, gelen durup bakan ve geçenin bıraktığı pislikler...Doğru ya, herkes tertemizdi. Pir u paktı. Bu iki evsiz, pisliktiler. Anasız babasız piçler..Nereden geliyorlardı bu kente? Burası, asil insanlar çöplüğüydü. Üstlerindeki libası, beğenerek seçerlerdi bu berduşlar. Çöpe o gün atılan elbise eskilerinden kendilerine en çok yakışanlarını ayırırlar ve hususi moda tercihlerini oluştururlardı. Önceden tam beş kişiydiler bu ayak altında. İkisi ölmüştü nedensiz. Derler ki, biri zatürreden göçmüştür. Ötekisi, kendini öldürmüş, emanet bir bıçakla. Diğerinden haber yok .Diğerinden haber alınmasına lüzum yok. O bir pislik. Şehirlerin günahını taşıyan o adam bir pislik. Ve...iki adam ısınmaya çalışıyorlardı, akıllarında üç arkadaşı...Gerçekleşmemiş hayalleri...Benzer olacak sonları...Öksürdüler bir an...Aynı anda...

Dört...Uzun boylu sorusunu sormuştu artık. Bir tane bar belirlediler. Gidecek ve içeceklerdi ..Zil zurna sarhoş da olabilirlerdi. Sarhoş olduktan sonrası mühimsizdi zaten. Önemli olan anı öldürmek ve kafayı uyuşturmaktı. Bir bara geçtiler. İzbe bir mekandı, karanlıktı, loştu. İçerisi boştu. Alt kata indiler. Kendilerine birer bira söylediler. Bira: unutmak, sıyrılmak ve ayrılmak demekti. Her şeyi unutmak, dertlerden sıyrılmak ve hayadan ayrılmak. Ülke, giderek bataklığa dönüşüyordu. Genç beyinler, zehirleniyordu. Uyuşturuluyordu. Uzun boylu cebinden sarma sigarasını çıkardı ve yaktı. Dumanı ağırdı. İçine çekti usulca. Duman kapladı masayı. Bu saha dumanlıydı. Ölüyordu bu duman altında hayaller, fikirler ve bedenler...Bir derdi yoktu bu canlıların. Sadece, farkında değillerdi. Şehvete esir düşüyorlardı. Arzuları onları hapsetmişti. Biralar içildikçe, sessizlik yerini amaçsız, anlamsız kahkahalara bırakıyordu. İblis de oradaydı. O da bir sürahi birayı fondip yapmakla meşguldü. Yüzü, tebessümle kaplıydı. Duman bulanıklığı içinde zor seçilen vücudu sevinçten dört dönüyordu. Haya, sınır, limit gibi terimler kapı dışarı edilmişti. Şehvetin dili barbarlıktı. Gözler parlıyordu. Barlar, barbarlar üreten fabrikalardı zaten. Gençler, içtiler...İçtiler...Geçtiler...Kendilerinden, kendilerinin üzerinden...Aktılar bir başka boyuta...Akledemiyorlardı...İçiyorlardı...Esirdi bu canlılar...Kesirdi. Tam olamayacak kadar kesir...

Üç...Yaşlı adam, anlatıyordu...Bir şeyler...Başında kasketi vardı. Kasket, başına dardı. Kasket, başı kadardı. Kafası iyiydi. Hiç olmadığı kadar hem de. Yanındaki bunağa bir şeyler anlatıyordu. Pek başarılı değildi. Sık sık kelimeleri yutuyor ve gerisin geriye tükürüyordu. Başında kasketi vardı. Hararetli hararetli konuşuyordu. Kendisini ifade edebildiği yegane zamandı içki ardı sohbetleri. Eşi, altı yıl önce ölmüştü. İyi kadındı. “Benim babamdı o” diyordu sarhoş adam. Kadının bıyıkları mı vardı acaba? Adam dedi “O benim babamdı.” Kadını babasına benzetiyor olması düşük ihtimaldi. “Babamdı o babam” adam üsteliyordu. Sinirlenmişti. Küçükken sinirlenince başındaki kasketini alır ve yere savururdu. Babası, kasketi yerde görünce gelir ve destekli bir tokat savururdu suratına. Yüzü davul gibi şişerdi. Ağlardı da geçmezdi acısı. Babası kalp krizinden dolayı vefat etmişti. O gün çok ağlamıştı. Babası öldüğünde otuz bir yaşındaydı ve üç yıllık evliydi. Eşini çok sevmişti. Ancak babası ölünce her şey birdenbire değişmeye başladı. Babasını kendisinin öldürdüğünü düşünüyordu. Bunalıma girdi. Çıkamadı. Acı çekiyordu. Yanlış bir farkındalıktı onunki. Yanlış acıyı sahiplenmişti. Babası öldükten sonra babasının ona her sene devamlı olarak aldığı ve kafasında görmek istediği kasketi çıkarmıştı. Paramparça etmişti. Uzun yıllar sonra eşi, adam biraz düzelir gibi olunca –babasının ona aldığını bilmediği- kasketten bir tane hediye etmişti. Adamın o saniye gözü dönmüş ve kadını boğuvermişti oracıkta...Ceza-i ehliyeti olmadığına kanaat getirilen adam azat edilmişti. Adam, yaşlanmıştı ve içiyordu şimdi. Ağzından çıkanları ok niyetine savuruyordu gelene geçene.


İki...Balıkçıdaki adam “Hamsi beş lira. Düştü. Gel abla...” diye haykırıyordu adeta.. Elinden gelse bağırmazdı. Eline aldığı hamsileri, kefalleri ve nicelerini sıkıca kavrıyor ve haykırmaya devam ediyordu. Geliyordu canlılar..Geçiyordu canlılar...Yaşlı kadınlar, tezgahların önüne kurulup balıklardan balık beğeniyorlardı. Öyleydi...Seçiyorlardı balığın tazesini gözüpek ev kadınları...Ve kutsal çalışma mekanları olan hanelerine geri dönüyorlardı erlerini beslemek için. Adamın aklı başka yerdeydi. İki çocuğu vardı. Birisinin doğuştan işitme kaybı bulunmaktaydı. Daha ufacıktı. Tanrının yeryüzüne yolladığı masumlardan biriydi. Oluyordu işte..Bu yaşta da acı çekiliyordu...Cümle ameliyatlara girdi. İşinin kurdu, paranın dostu olan doktorların elinde deneme tahtasına döndü. Kulağının içinde mayın patlasa duymayacaktı bir daha..Biyonik kulak için para lazımdı..Elinde tuttuğu balıklar, kızının kulağına derman olacaktı. Olmuyordu ..Kadınlar, beğenmiyorlar balıkları ve terkediyorlardı tezgahları...Adam, isyan halindeydi..Balık, kulağa denk gelir miydi?..Geliyordu işte...Balıkların kulaklarını ayırırken, içi gidiyordu. Gözünden artık ne dökülüyorsa, isyan bahçelerini suluyordu...


Bir....Kız, o denli mutlu olmuştu ki; bu çiçeği ömrü boyunca saklayacaktı. Adamını öpüp kokladı bir güzel..”Şu dünyada bir tek seni seviyorum.” Adam, yalanı iyi beceriyordu. Beden dilini, etkili kullanıyordu. İki ayaklı ve uzun memeli canlılar, çiçek görünce dayanamazdı. Adam bu kuralı iyi biliyordu. Niyeti, planları belliydi. Olan çiçeğe olmuştu. Yolunmuştu dağlardan, taşlardan..Koparılmıştı...Bir canlı yine bir canlı uğruna hunharca harcanıyordu...Yaşam, yaşanıyordu böylece...Kadın, adamına aşk dolu gözlerle baktı...Aşık olduğu her halinden aşikardı. Adamın istediği oluyordu. Büyük kafes içinde yaşayan iki kuştan daha kurnaz olanı diğer kuşun kendi kafesine düştüğünü sandı. Kızın bu kadar alık olmayacağı tahmin edilemezdi. Amacı, cici kız rolü yaparak, kesesini kuvvetlendirmekti. Gülümsüyorlardı..Aşk vardı...Karşılıklı...”Aşkım,seni çok seviyorum.” Çok tatlıydılar çifte kumrular...Çiçek, hissediyordu olanları. Rengi vardı ama dili yoktu..Çiçek, solmaya başlamıştı çoktan...

Sıfır...

Sıfırın altında bir

Sıfırın altında herşey yerle bir...

Son....

Sonsuz



ÖNDER ŞİT

08.01.10 gecesi

No comments:

Post a Comment