June 11, 2013

YÜK

Altta ve kara gözlü. Başını uzatmış pencereden dışarı. Çökük yüzlü. Annesi hemen üzerinde ve şapkası ile. ŞapKa-ra ve çökük.

Siyah beyaz.

Bir fotoğrafın çıldırtıcı sakinliği. Suyun kokusu uzakta. Hemen arkada, kara ve daha kara bir duman. Tren gidecek belli. Küçük kız, yedi sekiz yaşlarında. Saçlarından bir tel ölmüş. Anne, şimdi yok. Zaman ne haczin varsa, al.

Dizlerindeyim baba. Saçımı okşa. Gülümsersin. Gözlüklerin devrilir, sevinçten. Yaşım küçük. Tren gitmekte. Rayların sızısı. Ölmüş bir günün ardından hepsi. Dağlarda ve istikrarsız bir yalnızlık. Hep kendi içime gömüldüm ben. Kızın saçı kara. Anne, gözünden yaş gelene kadar ağlamaz. Anne, bir gün büyünür mü? Çocukça suallerden bir ray. Tren, kara ve paslı. Kar yağmaktadır. Raylar, eski. Gece, alabildiğine pamuk. Kar yağmaktadır. Tekrar. Su akar. Dağı kendine yol eder, su.

Rüya mıydı kavuşmak? Hayır, değil.
















Fotoğraf, zamanı yedi. Yemeğini bitirmek üzere.  Bu beni kahrediyor, su. Tren, demirden. Su, dağdan akar. Annem, hep ağlar. Küçük ve kara saçlarımı örtmelisin. Fotoğrafın silinmediği zamanlardan geliyorum. Bir kez daha hakikat olsun. Çok masum, çok. Bunu hissedebilmelisiniz. Gözler baharat yemişçesine acı, kısık. Baba, ölmemeli. Birileri katletmemeli. Dağlar ve sürgünler olmamalı. Gece, pamuk gibi. Demiryolu hissiyatı.

Anlatamıyorum. Kabil değil. Yanıma geldi. Saçımı okşadı, salıncakta dünyayı salladı. Beni ağlattı varlığı. Arkamı bir dönüyorum, sen çok oluyorsun. Yanımda yöremde senden parçalar. Ağaçta sürünen tırtıl, elmayı yiyen kurdun midesindeki elma, tırtılı yiyen kuşun kanadı, insanın celladının yine bir insan olması... Arkamı bir dönüyorum, o kız ve annesi.

Kızın, bir daha gülümseyemeyeceğini duyuyorum.
 
Babam ölmeden kısa süre evvel, aramızda şöyle bir konuşma geçti:
Baba, neden sürekli gidiyorsun İstanbul’a?
Varmak için, hani sana anlatmıştım.
Anlamıyorum, neye?
Varmak için. Bir gün seni de götüreceğim...
Nereye baba?
Saçını okşadığım, salıncakta dünyayı salladığım yere....
...

Ölmemeliydi. Olmamalıydı.

Tren, devrilecek. Büyük bir feryat kopacak az sonra. Nice evli, dul, sakar, şaşkın, kurnaz, tıknaz, kodaman gömülecek toprağa. Kar, pamuk gibi örtecek treni. Tünele girecek ölüm, soteye yatacak. Haince dalıverecek trene. Tünel, mezarlık olacak. Kız, fotoğrafı yırtacak. Yüzünde pıhtılaşmış benler. Suyuna gitmek gerek, gecenin. Dağdan süzülür usulca.

Dizlerindeyim ölüm, saçımı okşa.

Salıncağın da ipleri koparsa...

Kızın boynu bükük. Anne mağrur bir halde. Gece, koynuna almış ölüleri. Su, ürkütmeden akar. Sığ sığ. Suyun döküldüğü yere bir dal düşer. Kırık. Suyun kaynadığı yerden bir dal kopar. Çatırdamış.

Neresi orası? Bana neden öykü anlatmıyorsun artık?
Birkaç kitap, boyundan büyük bile.
Baba, şapkanı ödünç verir misin?

Görüldü.

O an, manasını kavrayamadığım bir şekilde, gece üstüme çöktü. Sarsıcı oldu. Birkaç kuşun figanıyla başımı göğe çevirdim. Bir trenin göğü yardığını seçebildim. Kara, kocaman, hayali bir tren vardı. Maviye çalan semayı, kararttı. İçinden insanlar düştü. Yerlere saçıldılar. Bıyıklı bir adam düştü. Bir apartman yöneticisi düştü –elinde o ayki aidat makbuzları vardı-, palazlanmış bir kuş düştü. Tren, saplanıp kaldı bir yere. Babam ve annem, kemik kemik yağdılar/döküldüler yaşam kulübeme. Havladım nihayetsiz.

Bir fotoğrafın çıldırtıcı narinliği. Eski. İnsanlar ölürler. Zor değil.
Çocuk, kız, kadın, anne, acuze, ölü.
Baba, baba, baba, piç, anne, baba, tren, ölüm.

Fotoğrafımızı Facebook’a yük edelim, olur mu?

11.06.2013 00:09




No comments:

Post a Comment