February 01, 2015

“Kafamda Bir Tuhaflık” ya da “Bozamda Bir Kutsallık”

                                                                                       “Evet, boza kutsal bir şey.” (Pamuk 223)

Orhan Pamuk’un, 1. baskısı 2014 sonunda yapılan eseri “Kafamda Bir Tuhaflık” 480 sayfadan oluşur. Eserde, boza satıcısı Mevlut Karataş’ın tuhaf hikayesi ve değişen İstanbul’un renkli/renksiz bir resmi aktarılır. Tanıtım bülteninde ise eser şöyle tanıtılır:
Kafamda Bir Tuhaflık hem bir aşk hikâyesi hem de modern bir destan. Orhan Pamuk'un üzerinde altı yıl çalıştığı roman, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul'daki hayatlarını hikâye ediyor. 1969 ile 2012 arasında, kırk yılı aşkın bir süre Mevlut, İstanbul sokaklarında yoğurtçuluk, pilavcılık, otopark bekçiliği gibi pek çok iş yapar. Bir yandan sokakların çeşit çeşit insanla dolmasını, şehrin büyük bölümünün yıkılıp yeniden inşa edilmesini, Anadolu'dan gelip zengin olanları izler; diğer yandan ülkenin içinden geçtiği dönüşümlere, siyasi çatışmalara, darbelere tanık olur. Onu başkalarından farklı kılan şeyin, kafasındaki tuhaflığın kaynağını hep merak eder. Ama kış akşamları boza satmaktan ve sevgilisinin aslında kim olduğunu düşünmekten hiç vazgeçmez.

Aşkta insanın niyeti mi daha önemlidir, kısmeti mi? Mutluluk veya mutsuzluğumuz bizim seçimlerimize mi bağlıdır, yoksa bizim dışımızda mı gelişip başımıza gelirler? Kafamda Bir Tuhaflık bu sorulara cevap ararken aile hayatıyla şehir hayatının çatışmasını, kadınların ev içlerindeki öfke ve çaresizliklerini resmediyor.

Kafamda Bir Tuhaflık, şu epigrafla başlar ve bireyin zihnindeki tuhaflığa işaret eder. Bu tuhaflığın hissedilişi ve öz’den dış’a aktarılışı eser boyunca devam eder: Kafamda bir tuhaflık vardı, /İçimde de ne o zamana /Ne de o mekâna aitmişim duygusu. (William Wordsworth, Prelüd)  Mevlut, değişen İstanbul’un içerisinde evrilen bir kahraman şeklinde yerini alır.

Mevlut: Kahramanımız Mevlut, girişteki geleneksel anlatım biçimi içerisinde “iyimser ve iyi niyetli” (Pamuk 15) olarak tanıtılır ve bu yönde bir algı ile ele alınır. Sadece gözlerini gördüğü bir kıza üç yıl boyunca mektup yazan Mevlut, o gözleri aslında ilk kez/ tekrar gördüğü ânı “hayatı boyunca, bu tuhaflık duygusunu çok sık hatırlayacaktı[r].” (Pamuk 18) Ayrıca Mevlut’un peşini roman boyunca bırakmayan köpek korkusu da Mevlut’un kafasındaki tuhaflığı tetikler ve onu hayalperest bir varlık kılar:
Köylerde köpekler havlıyor, sonra gene öyle derin bir sessizlik başlıyordu ki Mevlut tuhaflık kendi kafasında mı, dünyada mı, çıkaramıyordu. Karanlıkta, efsanevi kuşların gölgelerini gördü. Acayip çizgilerden yapılmış anlaşılmaz harfleri, yüzyıllar önce bu ücra yerlerden geçmiş şeytan ordularının kalıntılarını gördü. Günah işledikleri için taş kesilenlerin gölgelerini gördü. (Pamuk 19)

Hayalgücü, çorba pişiren Mevlut’un zihninde pişer bir yandan. Belki ürkütücü ama derinlikli bir imgelem ortaya çıkar:
Tencerede kaynayan suyun içine bir kaşık Sana yağı ve dolapta ne kaldıysa, havuç, kereviz, patates doğrayıp atar, köyden getirdikleri biber ve bulgurdan üzerine iki avuç serper ve fokurtuyu dinleyerek çorbanın içindeki cehennemî hareketi seyrederdi. Patates ve havuç parçacıkları, cehennem ateşinde yanan yaratıklar misali çorbanın içinde deli gibi dönerler, tencerenin içinden sanki onların çığlıkları, can çekiş- meleri duyulur, bazan tıpkı bir yanardağın ağzında olacağı gibi beklenmedik kabarmalar olur, havuçlar ve kerevizler yükselerek Mevlut’un burnuna yaklaşırdı. Mevlut patateslerin piştikçe sararmasını, havucun rengini çorbaya vermesini, fokurtunun çıkardığı sesin değişmesini izlemeyi sever, tencerenin içindeki fokur fokur hareketin, gitmeye başladığı Atatürk Erkek Lisesi’ndeki coğrafya dersinde anlatılan gezegenlerin dönüşünün tıpatıp aynısı olduğunu gözlemler, sonra kendisinin de âlemde bu küçük parçacıklar gibi dönüp durduğunu düşünürdü. Tencereden gelen sıcak ve hoş kokulu buharla ısınmak güzeldi. (Pamuk 53)

Konu: Hakim anlatıcı bakış açısı çerçevesinde boza satıcısı olarak tanıtılan Mevlut’un kız kaçırma ve evlenme süreci işlenir. “Boza” içkisinin darının mayalanmasıyla yapılan, ağır kıvamlı, hoş kokulu, koyu sarımsı, hafifçe alkollü geleneksel bir Asya içeceği (Pamuk 27) olduğu belirtilir ve eserdeki tuhaflığa dikkat çekilir. Alkol ve geleneksel hâl arasındaki zıtlık göze çarpar çünkü “boza, alkolün, şarabın yasak olduğu Osmanlı’nın içkisidir.” (Pamuk 34) Niyet ettiği ile değil, kısmeti ile evlenen Mevlut, Rayiha’yı hayatının yol göstericisi olarak konumlandıracaktır ve eserin son cümlesinde onu yad edecektir: “Ben bu âlemde en çok Rayiha’yı sevdim,” dedi Mevlut kendi kendine.” (Pamuk 466) Mevlut’un kafasındaki yolculuğu şehrin dönüşümü ile ilintilidir. Şehir dönüşür, Mevlut tuhaftır; Mevlut dönüşür, şehir tuhaftır:
Sanki şehrin yosunlarla kaplı eski duvarları, güzel harflerle kaplı eski çeşmeleri, çürüyüp eğrilerek birbirine yaslanan ahşap evleri yanıp yıkılıp bitip tükenmiş ve yerlerine yapılan yeni sokaklar, beton evler, neon lambalı dükkânlar, apartmanlar daha eski, daha korkutucu ve daha anlaşılmaz yerler olarak inşa edilmişlerdi. Sanki şehir tanıdığı bir yer, geniş bir ev olmaktan çıkmış, her önü- ne gelenin sınırsız beton, sokak, avlu, duvar, kaldırım ve dükkân eklediği tanrısız bir yere dönüşmüştü. (Pamuk 408)

Anlatıcı Farklılıkları: Eserin, 46. sayfasından itibaren anlatıcı farklılıkları başlar. Geleneksel anlatım biçimi olarak tanrısal anlatıcı bakış açısının varlığını/rolünü ve karakterlerin derinliğini yansıtmadaki yeterliğini sorgulayan Pamuk, olayları karakterleri konuşturarak aktarmış, yer yer tanrısal anlatıcıya dönmüştür. Ana karakter Mevlut da bu tanrısal anlatıcının gözünde can bulur. Bu noktada karakterlerin derinleştiği, olayları devam ettirdiği ve yazar/anlatıcıya zaman zaman yanıt verdikleri görülür:
Köyünün bütün köpekleri Mevlut’u tanır, en sessiz ve en karanlık gecenin ortasında köyün dışına çıksa bile hiçbiri ona havlamazdı, Mevlut da bu yüzden köye ait olduğunu hissederdi. Köyün köpekleri, köyün dışından gelenlere, tehlikeli ve yabancı olanlara havlardı yalnızca. Bir köpek köyden birine, mesela Mevlut’un en iyi arkadaşı amcaoğlu Süleyman’a havlarsa diğerleri ona “Ulan Süleyman, içinden bir kötülük, bir şeytanlık geçirdin!” diye takılırlardı.

Süleyman. Köpekler aslında köyde bana hiç havlamazlardı. Biz şimdi İstanbul’a göç ettik, Mevlut’un geride köyde kalmasına üzü- lüyor, onu özlüyorum... Ama köyde köpeklerin bana tavrı, Mevlut’a takındıkları tavırdan hiç değişik değildi. Bunu söylemek istedim. (Pamuk 45-46)

Yürüme Eylemi: Mevlut’un İstanbul sokaklarındaki ilginç yolculuğu yıllar boyu sürer. Bu yürüyüş onu, kafasının içindeki tuhaf alemden uzaklaştırır ve daha sonra fark edeceği gibi onu kafasının içindeki tuhaf aleme yaklaştırır da. “Hem yürümek içini açtığı için; hem de hızlı hızlı yürüyüp karanlığın içine “Boo-zaa” diye bağırdıkça kendini daha iyi hissettiği için.” yürür. (Pamuk 208) Yürür ve yürüdükçe kendisine yeni bir alem yarattığını, çizdiğini anlar Mevlut. Zaten şehir ve şehirde var olma süreci bireyi yalnızlaştıracak, tuhaflaştıracaktır. Bundan kaçış yoktur: “İnsan şehirde kalabalık içinde yalnız olabilirdi ve şehri şehir yapan şey de zaten kalabalık içinde insanın kafasındaki tuhaflığı saklayabilme imkânıydı.” (Pamuk 98) Bunun yanı sıra hayal etmek, insanı daha huzurlu hale getirir. “Hayatın vereceği huzur ve güzellik ancak hayatından uzakta başka âlemleri düşlerken ortaya çıkıyordu[r].” (Pamuk 120) Ayrıca yürüyüşün düşünmeye de etkisi açıktır: Ben yalnızca yürürken düşünebilirim. Durduğumda düşüncelerim de durur; benim kafam bacaklarımla hareket eder. (Jean-Jacques Rousseau, İtirafla)

Zıtlıklar/Çatışmalar: Edebi bir eserde çatışma unsuru kendini ister istemez gösterir. Eser boyunca inanç, sosyal yaşam; gerçek, hayal; resmi görüş, şahsi görüş; niyet, kısmet zıtlıkları görülür ve bu zıtlıklar çatışmalar yaratarak olay örgüsünü teşkil eder. “Artık anlamışsınızdır: Biz Mevlut ile uzun ve sıcak Ramazan günlerinde nefsimize hâkim olamadık ve sevişmeye başladık.” (Pamuk 186) cümleleri Rayiha ve Mevlut’un “günah” kavramı karşısındaki tutumlarını resmeder. Mevlut, ruhunda hissettiği zıtlıkları, kitaba da adını veren, şu sözlerle ifade eder: “Kafamda bir tuhaflık var,” dedi Mevlut. “Ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum kendimi.” (Pamuk 192) Kafasındaki tuhaflıkla gerçekliğin arasında sıkışan Mevlut gerçek-hayal farklılığını iç içeliğe dönüştürür:
Geceleri boza satarken yürüdüğü sokakla kafasının içindeki âlemin artık tek bir bütün olduğunu seziyordu. Bu sarsıcı bilgi bazan Mevlut’a kendi keşfiymiş ya da Allah’ın yalnızca Mevlut’a bahşettiği özel bir ışık, bir nur imiş gibi gelirdi. Mevlut, büfeden kafası karışık olarak çıktığı akşamlarda boza satarak yürürken içindeki dünyayı şehrin gölgeleri içinde keşfederdi.

Binbom’da dönen dolaplara karşı ne yapması gerektiğine karar veremediği sıradan günlerden birinin ardından bir gece “Boozaa” diye bağırıyordu ki karanlığın içinde bir pencere açıldı, dışarı hoş bir turuncu ışık yayıldı. Kara iri bir gölge, ona yukarı gelmesini söyledi. (Pamuk 296)

Yazının Gücü: Yazı, ilelebet, elbet, etkilidir. “ [...] hem de yazının aslında sınırsız gecenin içine konmuş bir işaret, bir imza olduğunu ve bu imzanın bütün mahalleyi değiştirdiğini hissediyordu.” (Pamuk 110)

Farklılık: Eser, dil ve anlatım yönünden incelendiğinde “ağız” kullanımı göze çarpmaz. Pamuk bunu bilinçli olarak tercih etmemiştir. Yalnızca 40. sayfada yer alan şu  kesitte  konuşma dilinin yazıya aktarıldığı görünür. Bu kesitte Mevlut’u soyan hırsız konuşur: “Yeter mi,” dedi arkasındaki genç. “Yok ya! Yetmez, daha. Sen yirmi beş yıl önce gelecen, şehri yağmalayacan, bize sıra gelince de yeter, yarabbi şükür mü diyecen. Biz geç kaldık diye suçumuz ne?” (Pamuk 40)

Dikkat: Şive ve ağız ayrımı. Sıkça karıştırılan ağız ve şive sözcüklerinin bu eserde de kullanıldığı görülür. “Bütün sınıfı öfkelendiren hassas konu, gecekondu mahallelerinden gelen öğrencilerin şivelerinin, tiplerinin, ...” (Pamuk 73) “Doğulu bir öğrencinin (o zamanlar kimse Kürt kelimesini kullanmazdı) şivesi ve kıyafeti ile alay etmişti.” (Pamuk 76) Aynı dilin belli yerleşim bölgelerine göre gösterdiği değişiklikleri ifade eden ağız, doğru bir kullanım olarak tercih edilmelidir. Şive; dilin toplumların bilinen zamanlarda ayrılmış boylarınca kullanımı olarak tanımlanabilir (Konya, Karadeniz ağzı vb.) ve Türkçenin şiveleri dediğimizde aklımıza Azeri, Kazak, Kırgız vb. gelir.

Gözlem: Karakterlerin eser boyunca duygu durumlarının benzerlik gösterdiği görülür. Aslında bireylerin yaklaşık kırk yıllık bir süreçte daha farklı ve keskin değişimleri yaşaması ve bunu cümlelerine dökmesi gerekir ama eser içerisinde bu geçiş net bir şekilde görülmemektedir. Çocuk Mevlut’la olgun Mevlut’u ayıran çizgi nedir?

--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Mevlut’un tuhaf var oluşu, olaylar karşısında, olayların içinde ve/veya dışında ama kendi aleminde, tuhaf bir alemde kalışı, “tuhaf sözcüğünün 81 kez kullanılması, hayata iyimser ve saf bir rüya ikliminde bakışı, köpeklerin ve insanların hikayesi, insanların içinde filizlenen ait olma, sahip olma, fazlasını arzu etme isteği, bir insanın hikayesinin tüm insanların hikayesi olması ve yine Mevlut’un zihninde öteki alemi canlandıran, naif “Öteki Alem” resmi ve yukarıdan düşen nurun içinde kalan Mevlut:

Mezar taşları niye eğik duruyordu? Her bir mezar taşının bir başka olmasının, kimisinin hüzünle eğrilmesinin anlamı neydi? Yukarıdan nur gibi inen o beyaz şey neydi? Servi ağaçları, eski şeyler Mevlut’ta niye güzel duygular uyandırıyordu? (Pamuk 319)


Ve evet, boza kutsal bir şey olur artık. İçilen her boza, insanın içindeki güvenli alanı bozar, yerle bir eder. Her boza, bir Mevlut’tur artık, bir umut ve iyimserlik. Geleneklerin ve kültürel alışkanlıkların yarattığı bir algıdır artık boza, kutsaldır, dokunulmaması gereken insanlara, onların kursaklarına ve öykülerine dokunmuştur, dolmuştur, “Coğrafya kaderdir.” sözüdür ve tuhaf bir aşktır daima. Daima.



Pamuk, Orhan. Kafamda Bir Tuhaflık. Yapı Kredi Yayınları: İstanbul, 2014

No comments:

Post a Comment