Et kesim makinesi, tezgâhın bir metre kadar üstüne sabitlenmişti. Turuncu demirden bir boru ile yükselen gövdeyi metalik bir motor kaplıyordu. Motorun ucundan aşağıya, tezgâha doğru, kesici, sivri bir kıl testere iniyor, gelen etler bu noktada, anında parçalanıyor, lime lime ediliyordu. Arka tarafta, her iki ayağından da çengellere asılmış, bölümlenmeyi bekleyen, derisi yüzülmüş hayvan bedenleri sıralanıyordu. Etlerin ustalıkla kesilmesi esnasında, mavi eldivenli çalışanlar yalnızca etlere odaklanıyor, olası bir kazayı savuşturuyorlardı. Eti ortalama, kıl testereden geçirme, ayakları ve elleri ayırma, kaburgayı dilimleme gibi işlemlerin en fazla on saniyelik bir süre içerisinde tamamlanması gerekiyordu. Aykut, başında bonesi, mavi eldivenleri, yüzünde maskesi ile tezgâhın başındaydı yine. Bu fabrikada çalışan, yüzlerce işçiden biriydi. Görevini ciddiye alır, önlüğünü üstüne titizlikle geçirirdi. Önce gelen hayvan bedeninin kafa kısmını parçalar, hızla, elini direksiyon ederek gövdeyi yan çevirir, zorlanılması muhtemel kemikli kısımları kolaylıkla halleder, hızla, bacakları dilimler, hızla, ayakları koparır, hızla, butların ucundan kavramanın verdiği hazla, hızla, ilerdeki makine bandına parçaları itelerdi. Hipnotize edici olurdu bu anlar, içinde olduğu için anlamazdı, anlamayabilirdi. Makinenin gövdesinden yükselen tozlu buharlar, saçılan kıymıksı etlerin kokusu ve varlığı, daimi dikkatin zorunluluğu ve mekanikliği içinde geçiyordu günler. Gün bitene, makine kapanana, gündüz hayvanları gece olup kara etlere dönene kadar kesin sürüyordu kesim. Günde yüzlerce, belki binlerce, saymamıştı nedense, hayvan bedenini parçalara ayırıyor, onlardan süzülen, ölü olanlardan süzülen et kokusunu duyuyordu Aykut.
“Marki, uslu durmazsan seni keserim. Seni kaynar kazanlarda boğarım Marki. Bana tüy kabartamazsın, beni geceleri yalnız bırakıp gidemezsin. Sana diyorum.” Marki, kedimin adıydı. Puslu bir gün, soğuk ve gri gökyüzünün altında kaybolup gitmişti. Arkasından son sözlerimi böyle haykırmıştım. Yaşamda tutunabileceğim son bir dal, belki de pati, olmuştu bana. Huzur veriyordu mırlamaları, şişip çöken midesi ve sivri dişlerinin altında kötü kokan nefesi. İnsan, yaşadığı yer gibi kokar ya da insanın kokusu eşyaya siner. Kediler için de böyledir bu. Marki gitti gideli keyfim yok, ne yapacağımı bilemiyorum, ansızın bir pencere önünde belirmesini ve delirmesini istiyorum yine. Kedi, delirir. Marki, delirir. Gecedir, soğuktur, kuşlar bile donuk öter, Marki ortalıktan yitmiştir her zamanki gibi. Gecenin galip geldiği sessiz bir anda çıkıverir kedim, pencerede görünür sureti. Miyavlar sessizce, duyamam, sanki havlar, miyavlar, miyavlaması mırlama halini alır, öfkelenmeye başlar, ona biraz bakar ve sırtımı dönerim, sinirlenir epey, patisinden çıkardığı kedi kılıçlarını cama sürter, gırtlağından çıkardığı seslerle korkutucu olmaya başlar Marki, çın çın inler, sırtımı dönmüş dururum, sonra, sesi kesilir kedimin, gecenin hüküm sürdüğü bir suskunluk peyda olur. Çok uzaklardan yaşlı bir kilise çanı çalar, çın çın çalar, kedimin yere düştüğünü, toprağa çarparak toza bulandığını, en değerli kürkü olan giysisini kirlettiğini anlarım, yatağımdan sıçrayarak kalkar, yere kalın bir halı, küflü bir yorgan ya da ölmüş bir at ağırlığınca düşen Marki’nin, ya da Markimin kalıntısına bakarım. Baktığımı görünce makas görünümündeki göz bebeklerinde yer eden yeşillik parlar, kedim can bulur, hayata döner, yaprakların ve koyuluğun gizlendiği ağaçlara kaçar, biraz topalladığını sezerim, geçer, kaçar, çaresiz, kaçar, mesuttur, kaçar, daha kaç canı vardır, kullanır, kaçar. Her gece aynı cümlelerle ona seslenirim: “Marki, neredesin, kaçma, gel. Sen olmazsan ümidimi keserim. Seninle oynar, senli anlarda doğarım Marki. Gel.” Duvarın soğuk yüzeyine sol elimin yanı ile sertçe vururum, inlerim, damarlarım şişer, vururum, inlerim, gece sessizdir, Marki sessiz, vururum, dinlerim.
“Şöyle anlatabilirim. Evet. “ Sürekli evet diyordu Mesut. Sözcüklerinin sonuna ‘evet’ ifadesini getirmeyi adet edinmişti. “Aykut’un neden öyle yaptığını bilemiyorum, evet, ama iyi çocuktur, evet.” Mesut’un yüzünü ısrarla takip ediyordu müdür, bir iz, işaret aramaya çalışıyordu. İki gündür işe gelmeyen Aykut bir mazeret de bildirmemiş, apar topar önlüğünü giyerek mesaiye başlamıştı. Eldivenleri, bonesi ve maskesi takılı değildi. Öfkeli görünmüştü herkese, boynu öne yatık duruyordu. Etleri parçalıyordu süratle, yanına gelen Mesut’u fark etmemişti. Derken, arkasını dönmüştü Aykut, gülümsemişti çengellerde asılı duran bedenlere bakarak, burnunun ucunun vahşi bir hayvan gibi açılıp kapandığını fark etmişti Mesut. Daha önce görülmemiş bir el titremesi hâsıl olmuştu Aykut’ta, az önce gülümseyen dudakları kurumuş, beyaz kabuklarla örülmüştü. Çengele uzanan Aykut, hızla, kaptığı koca bedenleri çelimsiz kolları arasına almış, parçalamaya çalışmıştı. Becerebildiği kadarını avuçlarında sıkıyor, etleri fışkırtıyordu. Buna tanıklık eden Mesut, dur, yapma dese de Aykut’u durduramamış, Aykut’un fırlattığı et yığınının altında kalmış, bayılmıştı. Mesut, bir süre sonra gözlerini açtığında, sakinleşen, durulan Aykut’un kıl testereye uzanan ve orada parçalanan ellerini bir korku filmi izlercesine izlemiş, tekrar bayılmıştı. “Yani, müdürüm, aslında, evet, iyi çocuktur ama aslında evet, şey, bir bakıma, herkes, evet, biraz delirir, bazen, evet.”
“Seni tekrar, tekrar dirilteceğim Marki. Benden kaçamayacaksın. Kopamayacaksın. Gidemeyeceksin. Beni bir daha kaba etimden ısıramayacaksın güzelim. Patilerini parçalara ayıracağım. Hem biliyor musun, patik patiler için üretilmiş bir çoraptır aslında. Kediler, uygarlığın mimarıdır Marki. “ Boşluğa seslendim günlerce, espriler yaptım, çoğu kez aptalca, ağladım, gelmedi Marki. Gece oldu, soğuk ve boğuk karanlıklar birbirini izledi. Marki yoktu. Onunla başlayan ve onunla biten sözcükler, cümleler, yazılar, sızılar yoktu artık. Alışamıyordum, anlaşamıyordum diğerleriyle. Gün boyunca çalış, didin ve etleri ayır, kokulu, sinirleri hâlâ canlı, yaşam dolu ama ölmüş etleri ayır, kemikleri sıyır, içten içe bağır, Marki nerede, Marki’yi düşün ve onu çağır, çalış, didin ve alış, hepsi aynı sayılır. Gün sonunda muhakkak önlüğümün cebine birkaç parça iri but tıkıştırır ve Markim için ayırırdım. Eve vardığımda, Marki beni de yiyecek gibi olurdu, gerekirse beni de parçalayacak, sivri ve kokulu dişleriyle beni de kemirecekmişçesine atılırdı üzerime Marki. Soğuk havalarda sırtıma geçirdiğim, nedense hava hep soğuktu, montumun cebinde onu bekleyen etlere ulaşırdı arsızca, kediden ziyade besili bir köpeği andırırdı bu tavırları, korku salardı içime, huzursuzluk ve çaresizlik damlatırdı kızgın koyu kanıma. Marki artık yoktu, yoktu ancak aslında o varmış ve onun dışında bir şey yokmuş gibi de hissediyordum, ben yokmuşum, sözcükler ve gülücükler yokmuş, etler ve kesikler, butlar ve umutlar yokmuş gibi hissediyordum.
Söz sırası benim. Benim kim olduğumu hepiniz, tüm insanoğlu, biliyorsunuz. Bu öyküye adını verenim ben. Gerçi bana da adımı siz verdiniz, kimse kendi adını koyamıyor. Bir gece terk ettim Aykut’u. Soğuğun kedi derimi kestiği bir geceydi, anımsıyorum, kuyruğum donacak dereceye gelmişti, güçlükle ilerliyordum yolda. Geride bırakmıştım nefreti, eti ve Aykut’u. İyi değildi Aykut. Gecenin birinde kapı ardına dek açılmış, içeri elleri cebinde girmişti. Beni kucaklamak istemişti. Şaşırtmıştı bu tavrı, tüylerimin parlaklığına bulanacaktı elleri, rahatlayacaktı. Uçları kesik kollarının kıtır kıtır tarafı ile bastırıyordu her yanıma. Anlamıştım, gülümsüyordu, Marki, diyordu, ne var ki, gülümsüyordu, ilk kez adımı takiben bir uyak yakalamıştı, Marki, inan ki, neşesi artıyordu, bunlar basit kafiyeler diyordum içimden, bağlaçla yapılan nafile, düzmece çalışmalar. Marki, demişti son kez ama gerisini getirememişti, kan akıyordu derimin yarılan kısmından, beni köşeye fırlatan Aykut, içimden haykıran kanı izliyor, rahatlıyordu. Kan, en iyi uyak olmuş, kan uyak olmuştu. Cebinden çıkan kıl testereyi izliyordum makas görünümündeki göz bebeklerimin derinliğinde, tırnaklarım korkudan dökülmüşlerdi. Ellerinden azade kollarının pütürlü uçları arasına kıl testereyi tutturan Aykut, testerenin ucunu dudaklarının içine sıkıştırmıştı. Patilerime temas eden ve onları deşen, fabrikadan aşırılmış kıl testerenin her hareketi Aykut’un işlevsiz kollarını ve şişmiş dudaklarını aşındırıyor, her ikimizi de paramparça kılıyordu. Sonrasında, bedenimin dinçliğini yitirdiğini ve öleyazdığını itiraf etmeliyim. Aykut’un sürprizleri bununla sınırlı değildi, Marki, beni bırakma, diye yalvarıyordu bana. Gidecektim, tek canım kalsa da uzaklaşacaktım bu caninin elinden. Kanlar içindeki montunu çıkardığı an vücudunun hayvan parçaları ile kaplı olduğunu anlamıştım Aykut’un. Özensizce yerleştirilmiş butlar, narin kaburga kemikleri, dilimlenmiş etler gelişigüzel eklenmişti insan bedenine. Mont cebine uzanan kesik kol uçlarıyla oradan hayvan tırnakları, ayak parçaları çıkarmış ve kırpılmış kollarına takmaya çalışmıştı. Bir hayvana, kestiği ne varsa ona, dönüşüyordu. Ben de bu esnada, derimden fışkıran kanın azalmasıyla sakinleşmiş, nefes alır olmuştum. Demek ki, demiştim, insan neyi keserse ona dönüşüyor. Epey cafcaflı bir söz söylemiş, hayatı ve öyküyü kurtarmış, ağzımdan bal damlatmış, bir fabl bilgesi olmuş, karanlığa, kanlı kanlı, kanlı canlı, karışmış, Aykut’u yalnız, yanlış ve karışmış bir halde bırakmıştım.
September 14, 2015
MARKİ
Labels:
Öykülerim
Location:
Gözlükule Mahallesi, Türkiye
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment