March 21, 2016

K/UYU

Yaşadığım yerde gece yarısından sonra oluyor ne oluyorsa. Bunu biliyorum, el ayak çekildikten, herkes evine tünedikten sonra oluyor olacak olan. Anlayamıyor uyuyanlar, kuştüyü yastıklarında soluklananlar, horuldayan kafalar, neşeye kapanan iri gözler, dudaklarında beyaz kalıntılarla geçici ölüme yatanlar, rüyalarında harikulade şeyler yaşayanlar anlayamıyorlar. Onlar farkında değiller, bilmiyorlar, bilmiyorlar.



Her şeyin farkındayım ve bu farkındalık günlerdir içimi kemiren bebek yüzlü katil bir fare. Her şeyin farkındayım, yanaklarım allanıyor, kan yüzüme oturuyor. Uyumuyorum geceleri haftalardır. Yeryüzünü örten kara perde yüzümü aydınlatıyor. Gözlerim, zihnim körleştirici bir ışıkla dolu. Uyumuyorum geceleri ve düşünüyorum olanları, derin bir sızı eşliğinde, başıma gelenleri getiriyorum aklıma yine, yeniden, bir kez daha, tekrar, tekrar.


Normalde deliksiz uyurdum ama uykum gelmemişti o gece. Televizyonda tuhaf bir programı izliyordum, iki şişman kadın ve cılız bir adam önce acıklı bir müzik eşliğinde zılgıt çekiyor, ardından sırayla bayılıyorlardı. Beyaz örtülü, çiçekli, kuruyemiş tabaklı masalarda oturan izleyiciler paniğe kapılmadan olan biteni izliyor, gülüşüyorlardı. Bunu takiben pembe popolu iri bir maymun sahneye damlıyor, seyircilerin kuruyemişlerini çalıyor, kıllı ağzından tükürdüğü kabuklarla bayılanların tepesinde bitiyordu. Seyirciler delice kahkahalar atıyor, ağızlardan soslu fıstık kokusu yayılıyordu. Havada oluşan bir parıltıda belirmişti koku. Maymunun tükürdüğü artıkların varlığıyla canlanan şişman kadınlar hayvancağızın pembe poposunu maymunun ayaklarından çıkardıkları terliklerle dövmüşlerdi. Hayvan acı acı inledikçe, izleyen kuruyemiş öğütücüler de gözyaşlarına boğuluyorlardı. Cılız adamın aniden kalkıp pembe popolu maymunu zalim ve şişman kadınların elinden kurtarması, kahramanlaşması hepimizi mest etmişti. Seyirciler çılgın kurbağalar misali zıp zıp zıplıyor, var güçleriyle alkışlıyorlardı gösteriyi. İzlediklerim hayal miydi yoksa gerçek mi? Net bir çıkarımda bulunamıyordum ama kanıma sirayet etmişti tuhaf bir his. Televizyonu kapadım, atıştırdığım kuruyemiş tabağını az öteye ittim, çenemi her iki yana hareket ettirerek eklemlerimi yokladım. Sorunsuzdu, yatağıma geçtim. Uyumak istesem de uyuyamıyor, tuhaf televizyon gösterisini zihin sahnemde defalarca oynatıyordum. Maymun, pembe popo, fıstık kokusu, tuhaf parıltı, eşsiz seyirciler, kah kah gösteri.


Uyuyamadım, sanki dipsiz kara bir kuyuya düşer gibi oluyordum gözlerimi kapayınca. İnsanın bedenini ele geçiren o amansız boşluk duygusu kaplıyordu içimi, soluğum kesiliyordu adeta. Kaparsam gözlerimi düşüyordum, açarsam üşüyor. Arif Ahmed gibi, adlar ve eylemler tersleşiyordu böylelikle.  Kuyunun dibini görmeyi de istiyordum bir yanımla, düşmenin verdiği özgürlüğe alışmıştım geçen süre içinde. İnsan nereye kadar düşebilirdi? Gözlerimi açtım tedirginlikle. Her şey aynı, etrafımı izledim, boncuk boncuk terler birikmiş yastığın desenleri üzerinde. Yatağın üzerinde bir kuyu figürü olduğunu daha önce fark etmemiştim, belki bu bir kuyu değildi, ben öyle görmek istemiştim ama aslında uyku bir kuyuydu ve ben uykuyu keşfetmek istiyordum. Gözlerimi kapamıştım yine, uyku kuyusuna düşmek için. Tuhaf parıltının olacağını biliyordum orada, o parıltıyı bulacağımı, ona dokunacağımı, ellerimin titreyeceğini ve güneşe benzer turuncu bir ışığın patlayacağını, kollarımı yakacağını, gözlerimi uçuracağını ve artık görmeyeceğimi, gayri hissedeceğimi, paramparça hissedeceğimi biliyor, bir yanımla içten bir şekilde hissediyordum. Soluk soluğa, kan ter içinde açtım gözlerimi o tuhaf geceye. Ilık, yoğun bir sıvı akıyordu burnumdan. Sol elimle sıvıyı sümkürmek istedim, burnum kanamıştı. Odayı aydınlatmaya koştum telaş içinde, elektrik kesilmişti. Kıra döke bir mendil buldum ve burnumdaki koyu kanı dindirmeyi amaçladım. Başım dönüyordu. Yastığımda kuyuyu andıran şeklin burnumdan dökülenlerle derinleştiğini, sonsuzlaştığını hissediyordum içten içe, kendi uyku kuyumu yarattığımı mahcup bir edayla anlıyordum. Gökyüzünün de karardığı bir geceydi bu, perdenin soluk varlığının ardında uçsuz bucaksız bir karanlık yatıyordu, burnumdan dökülen son bir damlayı fark etmemle ürkütücü tıkırtılar duymam bir oldu. Uyu, dedim kendime, uyu ve içindeki kuyuya sığın, uyu. Olmadı, ağaçların bir yumak oluşturduğu korudan uğultular yükseliyor, belli belirsiz bir ışık yaprakları delip geçiyordu. Gidip görecektim, neye mâl olursa olsun oraya varacak, anlayacaktım olanları. Sızlayan burnumu sıvazlayarak karanlık yolları aştım, koruya ulaştım. Koruda belirsiz gölgeler gördüm, kanım dondu. Ellerim pütürlendi, sol elimi istemsizce yumruk yaptım ve öne doğru salladım. Gölgelerin uğultusu korudaki koroyu kızdırıyordu. Dallar husumetle hışırdıyor, rüzgâr dört yana savuruyordu ince belli bazı ağaçları. Yaklaştıkça gölgelerin o iki şişman kadınla cılız adama ait olduğunu daha iyi anlıyordum. Orada olduğumu ezelden beri biliyorlardı sanki ve umursamıyorlardı. Al, dedi şişman kadının teki ve elindeki baltayı bana uzattı. Haydi, dedi ikinci şişman kadın. Onları birbirinden ayırmak için yüzlerine dikkatle baktım, “al” diyeni çilli, “haydi” diyeni iri dudaklıydı. Gecenin karanlığında uğultular içinde Çilli, İri Dudaklı ve ben elimizde baltalarla korudaki hayvanları katlediyorduk bir bir. Cılız adam biraz ötemizde ağlıyor ve çaresiz leşleri, çaresizce, çaresiz bir kuyuya dolduruyordu. Çabuk, dedi çilli şişman, acele edin, uyanacaklar, uyanacaklar. Sırtımda nefti bir pelerin vardı, öyle hissediyor, güçlü hissediyor ve gelen hayvanları tek hamlede öldürüveriyordum. Hayvanlar büyülenmiş bir çaresizlik içinde sessizce yok edilmeyi bekliyorlardı.


Leşleri ağlayarak kuyuya atan cılız adamın “yeter” diye inlediğini anımsıyorum sonrasında. Çilli ve iri dudaklı şişman kadınların onu son kez ikaz ettiklerini duyurmalarını ve adamın “yeter” diye bir defa daha haykırdığını anımsıyorum. Kadınlar bir araya gelmişlerdi bunun neticesinde, bir kafese hapsettikleri pembe popolu maymunun, adı Rika çünkü cılız adam öyle seslenmişti hayvan ölmeden evvel, canlı canlı derisini yüzmüşlerdi ve ağlıyordu hâlâ cılız adam. Elveda Rika, demişti çılgınlar gibi titreyerek, kanı çekilmiş, elindeki bıçak karnını deşmiş ve kuyuya atmıştı kendisini.


Kadınlar bana yaklaşıyor, uğultular artıyor, uykum geliyor, burnum sızlıyor, kadınlar bana yaklaşıyor, şişmanlar yanıma yakışmıyordu. Kuyunun uykulu kollarına bıraktım kendimi, orada sonsuza dek soluksuz uyuyacaktım. Elveda Rika, dedim nedense, kendimi cılız ve yalnız hissettim elimdeki bıçakla karnımı deşerken.


------


Yaşadığım yerde gece yarısından sonra oluyor ne oluyorsa. Bunu biliyorum, el ayak çekildikten, herkes evine tünedikten sonra oluyor olacak olan. Anlayamıyor uyuyanlar, kuştüyü yastıklarında soluklananlar, horuldayan kafalar, neşeyle kapanan iri gözlüler, dudaklarında beyaz kalıntılarla geçici ölüme yatanlar, rüyalarında harikulade şeyler yaşayanlar anlayamıyorlar. Onlar farkında değiller, bilmiyorlar, bilmiyorlar. Ben kuyudayım, biliyorum.


Her şeyin farkındayım ve bu farkındalık günlerdir içimi kemiren bebek yüzlü katil bir fare. Her şeyin farkındayım, yanaklarım allanıyor, kan yüzüme oturuyor. Uyumuyorum geceleri haftalardır. Hep uyanığım. Yeryüzünü örten kara perde yüzümü aydınlatıyor. Gözlerim, zihnim körleştirici bir ışıkla dolu. Uyumuyorum geceleri ve düşünüyorum olanları, derin bir sızı eşliğinde, başıma gelenleri getiriyorum aklıma yine, yeniden, bir kez daha, tekrar, tekrar.


 


No comments:

Post a Comment