“İyi eğiteceksin hocam bir köpeği.” Kaza yapmıştım aracımla ve oto sanayide almıştım soluğu. Aklım karışıktı. “İyi bakacaksın, yavruyken fazla ilgi göstermeyeceksin.” Arkadaşların tavsiyesiyle Yakup Usta’ya gelmiştim. Dökülmek üzere olan jölelenmiş saçları, motor yağına bulanmış tişörtü ve yıpranmış kot pantolonuyla selamlamıştı beni kaza gecesinde. Çekici vasıtasıyla dükkânının hemen önüne indirilen aracımı işaret etmiş, konuşmamıştı ama bir şeyler anlar gibi olmuştum, o esnada sokaktan yükselen köpek seslerinin verdiği korku içimde yankılanırken. (Köpek nasıl bir ses çıkarır? Hav, hauv, vav, ov, hoh. Nasıl?)
“Bunun adı Paşa, hocam.” Ertesi gün ışıl ışıl bir sabaha
uyandım. Yakup Usta’nın yanına geldim. İş kıyafetleri ve bunların üstündeki
lekeler aynıydı. Ölmüş bir aracı diriltmeye çalışıyordu işyerine vardığımda.
İsli bir varilin üstüne koyduğu siyah bir parçayı temizlemeye, güneşin
pırıltısıyla beliren milyonlarca çiziği gizlemeye, kendi yansımasını,
çiziklerin içinden, izlemeye de çalışıyordu bir yandan. “Ne içersin hocam?”
Çayımı yudumlarken kendi arabamın kaderini, kazayı, suçu ve masumiyeti
düşündüm. Daha doğrusu bu kavramlar bir listeye dönüştü zihnimde ve Yakup
Usta’nın elime tutuşturduğu listenin arasına karıştı, sızdı:
·
Sol ön çamurluk
·
Soluk bir an
·
Ön panel
·
Önyargı
·
Ön tampon demiri
·
Önceki yaşam
·
Dablumbaz
·
(Doğrusu davlumbaz olacak, usta öyle yazmış.)
·
Ön tampon orta ızgara
·
Cehennem cız
·
Sol alt tabla
·
Alt tabaka mahlûku
Tuhaf hissediyordum listeye bakarken. Ortalama bir fiyat
istedim ustadan. Paşa havladı. “Hocam, bak, nasıl güçlendiriyorum Paşa’nın çene
kaslarını.” Sanayinin tüm dar sokaklarında kara yılanlar misali süzülen kalın su
hortumlarından kendisine ait olanı kavradı Yakup Usta’nın soğuk elleri. “Aç
suyu, ho” diye hitap etti çırağına. Kara hortumdan kara şeyler çıkacak diye
düşündüm hortum titrerken. Kara yağlar, benzinler ve sular dökülecek diye de
düşündüm tabii. “Hocam, malzemelerin çıkma olanlarını bulabilirsem Adana’da,
yardımcı olacağım sana, makul bir şeyler yapacağım, senin için en uygununu
ayarlayacağım.” Hortumdan gürül gürül fışkırıyordu şebeke suyu. (Daha sonra bu
suyun şebeke değil de kuyu suyu olduğunu fark ettim. Az ötede bir kuyu ve
tulumba kolu vardı.) Pırıltılar çinko kaplamalı çatılarda beliriyor, Paşa deliriyordu.
Benim ne farkım vardı ki benim için en uygununu ayarlayacaktı usta? Bir yanımla
bu sözlerin alışılageldik yalanlar olduğunu biliyor, bir yanımla kendimi özel
hissediyordum. Ruhumun hafiflediğini hissettim bu özel duygu içerisinde. Paşa, bir
su sağanağının altında sırılsıklam vaziyette havlıyor, bağlı bulunduğu demir
tasmasını çıkarmaya yelteniyordu. Çağlayan su ağzına gözüne doluyor, onu halsiz
düşürüyordu. Sesinin kısıldığını ve
çıkardığı hav, hoh, au, va, aa’ların tizleştiğini anladım, üzüldüm. Yakup Usta
zaman zaman köpeği tokatlıyor ve hırslandırıyordu. Belki zamanında birinin de
beni böyle eğitmesi, güçlü kılması gerekirdi. Köpek suyun darbeleriyle
öfkelenip çıldırdıkça ben de kendimi daha güçlü sayıyordum. “Çene kasları
önemli hocam.” Köpeğin ağzına uzattığı hortum saniyesinde çeneye kıstırıldı.
Şimdi usta ne yapsa ne etse olmuyor, köpek dişlerinin arasına kilitlediği
hortumu bırakmıyordu. “Aferin kızım, aferin Paşa, hocam her gün böyle antrenman
yaptırıyorum. Çene kasları gelişiyor. Bir de bunu vahşi yetiştiriyorum. Burada
hırsızlık çok oluyor.” Paşa’nın küçük kulübesine dönüşünü izledi gözlerim,
kulübenin zeminindeki pisliklere takıldı, tüylerde ve ısırılmış lastik
parçalarında, izmarit atıklarında gezindi. Sonrasında kulübenin hemen solunda
yer alan yanık bir motor yağı tenekesine odaklandım, Selyan yazıyordu üstünde galiba. Onun berisinde demir kapıya
dayanmış püskül püskül bir temizlik fırçası ve kalınca bir sopa uzanıyordu.
Tümünü gördüm. “Hocam daldın, bir çay iç.”
Gece çökünce nasıl oluyordu acaba? Gündüzün gürültüsünde
sessizleşen Paşa, gece nasıl bir yaratığa dönüşüyordu? Yakup Usta bana
hırsızların yolun bu tarafından geçemediğini anlatmıştı. Geceleri Paşa’yı
serbest bırakıyormuş ve karanlıklar içinde koyu bir gölge savaşçısı oluyormuş
Paşa. “Koyu gölge savaşçısı” ifadesini
ben eklemiştim ustanın sözlerini işitir işitmez. “Hocam çatının oradan geliyor
hırsızlar. Hurda niyetine çalıyorlar kaput parçalarını, lastik jantlarını, ne
bulurlarsa aşırıyorlar. Ters taraftan girip işi bitiriyorlar.” Yakında orayı da
kapatacakmış Yakup Usta ve Paşa’yı oraya koyacakmış. “Çatık kaşlı çatı
savaşçısı” tabirini de yine ben türetmiştim ve usta gülümsemişti.
Arabamı bir hafta sonra teslim alabildim, Yakup Usta’nın
benim için elinden geleni yaptığına inanmıştım. Paşa’ya takıldı gözlerim,
kulübesinde yoktu. İçim ferahladı, direksiyonu çevirirken. Galiba Paşa çatıya
terfi etmişti. Bir iki gün geçti geçmedi, Yakup Usta beni aradı. “Hocam, Paşa
yok, gelmedi kaç gündür? Gördün mü?” Görmediğimi söyledim, çatıda değildi demek
ki. Yakup Usta’nın telefonda ağladığını duyuyordum. “Öhiöhöh, hüühü, hüüü,
hüüüocam nerede Paşa?” Telefonu kapadım. Havanın kararmasını bekledim. Ters
taraftan çatıya tırmanacak ve Paşa’yı bulacaktım. Büyük ihtimalle hırsızlar
Paşa’ya orada yakalanmış ve hayvancağızı yıldızların ışıltısında katletmişlerdi.
Sanayinin dar ve karanlık sokaklarında tek tük cılız ışıklar yanıp sönüyor, gür
sesli köpek havlamaları duyuluyordu. Çatıya tırmanırken yüzlerce sokakta
yüzlerce köpeğin ışıldayan gözlerle geceyi renklendirdiğini tahmin ediyordum bir
yandan da. Bu sayede, bu ışıltılarla büyük bir köpek figürü oluşturabilirlerdi.
Çatıdaydım nihayet. Köpeklerin çıkardığı seslere rağmen an an duyulan derin bir
sessizlik vardı. Rahatlamıştım. Bir şeyleri araklamaya çalışırsam Paşa’nın
gelip beni yakalayacağını biliyordum. Hurda parçalarını birer birer arabama
götürmeye başladım, hırsızlığın adrenalin yüklü yapısı beni etkilemişti. Demek
bu yüzden yapıyorlardı hırsızlığı. Oldukça gürültülü bir biçimde, çatıda bulunan
tüm parçaları arabamın kıyısına taşıdım. Hırsızlık güzel şeydi. Bagajın
kapısını araladığımda Paşa’nın orada olduğunu, ölü gibi uzandığını ama
ölmediğini fark ettim. Tam hayvan dirilecekken cebimden çıkardığım bıçağı o
güçlü çenesine dayadım, deriyi tek hamlede deldim, boğazını yardım. Sesi
çıkmıyordu Paşa’nın. Sonra kendi çenemi yokladım, güçsüz. Ne yapmalı? Paşa’yı
ısırdım, çenemi kilitledim. İnsan, hayvanı ısırınca haber olur, diye düşünerek
gazeteciliğin ilkelerini anımsadım. Gülümsedim. Paşa’nın boğazından oluk gibi
akan kanın olduğu kısmı ısırmıştım, kan ağzıma yağıyordu. Bırakmadım,
bırakmadım. Kıh kıh, vıh vıh benzeri ölüm öncesi terennümler dökülüyordu Paşa’nın
ağzından. Güçlü hissettim kendimi, güçlü ve köpekten bir hırsız gibi hissettim.
Kanla dolan ağzımın kuvvetlendiğini anladım. Sakinleştim vakit geçtikçe,
duruldum, gevşedim. Köpekler gibi korktuğum köpeklerden artık korkmuyordum.
Köpeğe dönüştükçe korkmuyordum. Aslında, it iti ısırmaz, sözünü haksız
çıkarmıştım ama mutluydum. Ağzımdan içe ve dışa akan kanları temizledim,
hırladım. Hırlayan bir hırsız oldum. Paşa’yı nazikçe öldürüldüğü yerden
kaldırdım, kandı her yer. Cebimden hüviyetimi çıkardım. İsim: Ahmet. Kimliğimi
hayvanın yarılmış boğazına soktum. Artık Paşa’nın adı Ahmet’ti. Hayvanı sürücü
koltuğuna oturttum. Aracı boşa alıp çalıştırdım. Gaz pedalına büyükçe bir taş
koyup ağırlık oluşturdum. Araç süratle karanlığa ilerliyordu. Çatıyı hızla
atlayıp dar sokağa, paşanın kulübesine doğru yöneldim. Kimliğim yok, Adım Paşa.
Kulübenin paslı demirini dilimle tattım. Tuhaf. Boynuma zinciri doladım. Paşa
olmuş, çevremi kolaçan ediyordum. Sorun yok. Aferin. Tuhaf. Tuhav. Haf, hav,
av, aa. (Hâlâ nasıl konuşacağımı bilemiyordum.)
No comments:
Post a Comment