Dalların kırıldığını biliyorum, inceldiğini çıtır; kapıların
gırç gırç söküldüğünü ve kesildiğini suyun görmesem de biliyorum tükendiği
noktalarda çatlayan kurbağa kalıntılarını. Biliyorum bir fırtınanın başladığını
ve başladığını bir fırtına öyküsünün.
Öncesiydi.
Bir sarı yaprak titremişti dalda, bir yeşil, bir kırmızı ve
bir yeşil olanı daha sallanmıştı bitkiden ipin ucunda, ardından. Ağacın altında
gözlerini kapamıştı kadın. Yapraklar titremişti tekrar. Kadın altında gözlerini
kapamıştı ağaç yapraklarının, saçlarını savurmuştu. Dallar, yapraklar, saçlar
titremişti. Başı ağrımış, kalkmıştı yerinden.
Yol beyaz bir karanlıkla aydınlanıncaya kadar yürüdü. Yürüdü
yerler su; pofuduk su kuşları yerlerde su olana dek. Toparlamaya çalıştı göbeğinden sarkanı,
katladı, tıkıştırdı, suratı asıldı, damladı hüzün, yine de yürüdü. Varınca eve,
anneyi buldu leğenin içinde. Günlerdir çıkmamıştı leğendeki tuzlu sudan.
Burnundan damlacıklar pıtlıyor, hareketsiz duruyordu anne. Çıkardı anneyi,
pislikleri temizledi leğende biriken, kirlenen suyu değiştirdi. Anne teri, anne
pisi bulaştı ellerine, aynanın karşısına geçti. Gülümsedi biraz, biraz
dudaklarını büzdü. Güzel olduğuna kanaat getirdi kellesinin ve iniltilerini
duydu annenin. Şaşırdı. Gitti salona, anne geceliğinin lekelerine dokundu,
kaldırdı anneyi. Çökük yanaklarını tuttu yaşlının. Bastırdı çene kemiklerinden,
çürük dişler sızladı tabii, ölü gözler sarardı, titredi anne. Leğene taşıdı
onu. Kıvırdı gövdesini, sıktı yumruklarını. Saçları dalgalandı sarı,
kahverengi. Dalgalandı saçları annenin gri. Musluğa paslı bir kelepçeyle
tutturulan şeffaf hortumdan leğene akan su sustu. Kadının ve annenin burnu
uzundu, saçları uzundu kadının ve annenin kısa.
Baba geldi cebinde bir elli kuruşla, pütürlü yüzeyi elinde
yuvarladı. Bıyıkları dökülüyordu, tel örgülenmişti kıllar, kesik kesik
beliriyordu. Bu baba, annenin eşi miydi, kimse bilmiyordu. Günün birinde gitmiş
ve birinde günün belirsiz, gelmişti. Salondaki masanın dibinde yemeğe oturmuş,
beklemişti bazı ölü sebzeleri, ölü bazı etleri. Bir baba gibi beklemişti.
Çizgili gömleği, yıpranmış gözleri ve tükenmiş sözleri ile beklemişti elbette.
Onu bulunca sevinmişti kadın ve anne. Bu arada annenin kadının annesi olduğu
öyle gönül rahatlığıyla söylenemezdi. Babanın belirdiği günden bir müddet önce
çıkagelmişti anne de. Genç ve diri etleri vardı, Kollarının civarındaki, göğüs
kafesindeki etlere bakıyordu herkes, dişlerinin ışıltısına gülümsüyorlardı.
Bu baba eve gelince yine yıllar sonra, gördü yaşlı anneyi.
Ellerinin arasına aldı kellesini. Leğene geçti hızlıca, soyundu. Annenin
etlerine dokundu ve gülümsedi. Su geldi musluktan susan. Elleri birleşti anne
ile babanın ve kadın yumruklarını sıktı hemen; leğen üçüncü bir kişi için fazla
küçüktü.
Önce.
Ağacın altında gözlerini kapamıştı kadın. Yapraklar
titremişti tekrar. Kadın altında gözlerini kapamıştı ağaç yapraklarının,
saçlarını savurmuştu. Anne gelmişti, baba gelmişti yanına. Tutmuşlardı elinden.
Kaldırmışlardı havaya, etekleri uçuşmuştu. Yaprakları tutabilmişti uzun uzun.
Örgülü saçından renkli sular akmıştı annenin, kokulu boynundan. Yere düşmüştü
ve baba onun ellerini öpmüştü sıkarken diri boynunu. “Işıksın sen ama ruhum iyi
değil” demişti fırtınalı öyküdeki doğrudan tek cümleyi sarf ederek. Biliyorum
bunu.
Kadının etrafına bakıp bakmadığını; sonradan gelen annenin ve
babanın bu anne, baba olup olmadığını; bunun bir öykü olup olmadığını
bilmiyorum.
Fırtına geliyor.
Kadın ileride, hâlâ oturmuş bekliyor, yanına yaklaşıyorum.
Ağaç sökülmüş, kabuğu bir leğen olmuş kadına. İçine girmiş, beni görünce
korkuyor. Yapraklarla örtüyor göğüs kafesi etlerini. Sarı, yeşil, kırmızı ve
yeşil. Boynunu sıkıyorum, baba ile anne olabilirim, babası ve annesi. Sıkıyorum
kendi boynumu da. Diri. (Ben o kadın da olabilirim.)
No comments:
Post a Comment