December 29, 2017

LEĞENE AKAN SU


Dalların kırıldığını biliyorum, inceldiğini çıtır; kapıların gırç gırç söküldüğünü ve kesildiğini suyun görmesem de biliyorum tükendiği noktalarda çatlayan kurbağa kalıntılarını. Biliyorum bir fırtınanın başladığını ve başladığını bir fırtına öyküsünün.

Öncesiydi.

Bir sarı yaprak titremişti dalda, bir yeşil, bir kırmızı ve bir yeşil olanı daha sallanmıştı bitkiden ipin ucunda, ardından. Ağacın altında gözlerini kapamıştı kadın. Yapraklar titremişti tekrar. Kadın altında gözlerini kapamıştı ağaç yapraklarının, saçlarını savurmuştu. Dallar, yapraklar, saçlar titremişti. Başı ağrımış, kalkmıştı yerinden.

Yol beyaz bir karanlıkla aydınlanıncaya kadar yürüdü. Yürüdü yerler su; pofuduk su kuşları yerlerde su olana dek.  Toparlamaya çalıştı göbeğinden sarkanı, katladı, tıkıştırdı, suratı asıldı, damladı hüzün, yine de yürüdü. Varınca eve, anneyi buldu leğenin içinde. Günlerdir çıkmamıştı leğendeki tuzlu sudan. Burnundan damlacıklar pıtlıyor, hareketsiz duruyordu anne. Çıkardı anneyi, pislikleri temizledi leğende biriken, kirlenen suyu değiştirdi. Anne teri, anne pisi bulaştı ellerine, aynanın karşısına geçti. Gülümsedi biraz, biraz dudaklarını büzdü. Güzel olduğuna kanaat getirdi kellesinin ve iniltilerini duydu annenin. Şaşırdı. Gitti salona, anne geceliğinin lekelerine dokundu, kaldırdı anneyi. Çökük yanaklarını tuttu yaşlının. Bastırdı çene kemiklerinden, çürük dişler sızladı tabii, ölü gözler sarardı, titredi anne. Leğene taşıdı onu. Kıvırdı gövdesini, sıktı yumruklarını. Saçları dalgalandı sarı, kahverengi. Dalgalandı saçları annenin gri. Musluğa paslı bir kelepçeyle tutturulan şeffaf hortumdan leğene akan su sustu. Kadının ve annenin burnu uzundu, saçları uzundu kadının ve annenin kısa.

Baba geldi cebinde bir elli kuruşla, pütürlü yüzeyi elinde yuvarladı. Bıyıkları dökülüyordu, tel örgülenmişti kıllar, kesik kesik beliriyordu. Bu baba, annenin eşi miydi, kimse bilmiyordu. Günün birinde gitmiş ve birinde günün belirsiz, gelmişti. Salondaki masanın dibinde yemeğe oturmuş, beklemişti bazı ölü sebzeleri, ölü bazı etleri. Bir baba gibi beklemişti. Çizgili gömleği, yıpranmış gözleri ve tükenmiş sözleri ile beklemişti elbette. Onu bulunca sevinmişti kadın ve anne. Bu arada annenin kadının annesi olduğu öyle gönül rahatlığıyla söylenemezdi. Babanın belirdiği günden bir müddet önce çıkagelmişti anne de. Genç ve diri etleri vardı, Kollarının civarındaki, göğüs kafesindeki etlere bakıyordu herkes, dişlerinin ışıltısına gülümsüyorlardı.

Bu baba eve gelince yine yıllar sonra, gördü yaşlı anneyi. Ellerinin arasına aldı kellesini. Leğene geçti hızlıca, soyundu. Annenin etlerine dokundu ve gülümsedi. Su geldi musluktan susan. Elleri birleşti anne ile babanın ve kadın yumruklarını sıktı hemen; leğen üçüncü bir kişi için fazla küçüktü.

Önce.

Ağacın altında gözlerini kapamıştı kadın. Yapraklar titremişti tekrar. Kadın altında gözlerini kapamıştı ağaç yapraklarının, saçlarını savurmuştu. Anne gelmişti, baba gelmişti yanına. Tutmuşlardı elinden. Kaldırmışlardı havaya, etekleri uçuşmuştu. Yaprakları tutabilmişti uzun uzun. Örgülü saçından renkli sular akmıştı annenin, kokulu boynundan. Yere düşmüştü ve baba onun ellerini öpmüştü sıkarken diri boynunu. “Işıksın sen ama ruhum iyi değil” demişti fırtınalı öyküdeki doğrudan tek cümleyi sarf ederek. Biliyorum bunu.

Kadının etrafına bakıp bakmadığını; sonradan gelen annenin ve babanın bu anne, baba olup olmadığını; bunun bir öykü olup olmadığını bilmiyorum.

Fırtına geliyor.

Kadın ileride, hâlâ oturmuş bekliyor, yanına yaklaşıyorum. Ağaç sökülmüş, kabuğu bir leğen olmuş kadına. İçine girmiş, beni görünce korkuyor. Yapraklarla örtüyor göğüs kafesi etlerini. Sarı, yeşil, kırmızı ve yeşil. Boynunu sıkıyorum, baba ile anne olabilirim, babası ve annesi. Sıkıyorum kendi boynumu da. Diri. (Ben o kadın da olabilirim.)






No comments:

Post a Comment