US
TA
TA
Havada savruldu kuş, dengesini yitirdi, kanatlarını aşağı
yukarı çırptı, yapamadı, elektrik direğine kafasını çarptı, uçuştu tüyleri,
gövdesi güveç konağı yazan tabeladaki
ç-k harflerinin ortasına, üç boyutlu maket etlerin fokurdadığı güvece düştü,
cızırdadı. Işıldayan rezervasyon numarası birkaç kez göz kırparak karardı: 315
48 30.
Kükredi Ustamız. Ne anladınız bu kıssadan? Titredik
birbirimize sokularak. Minderler ıslaktı önceki günkü yağmurun etkisiyle.
Bodrum kattaki mekânımızın küçük pencerelerinden içeri sızıyordu damlalar.
Aklımızı veremiyorduk ona. Söyleyin, dedi, aptallar, ahmaklar. Bu derin
cümleleri anlamanız gerekir. Sizi bunun için yetiştirdim. Sen, dedi, sen Şaşkın
Serçe, gel yanıma. Cılızdı Serçe. O esnada anlamsız bir şekilde yanındakinin
parmaklarını kavramış, halay çekiyordu hafiften. Burnu büyük ve biçimsizdi.
Çirkin suretine rağmen onu seviyorduk, sevilmezdi çirkinler. Uzun saçları koca
kafasının iki yanından püsküllenir, burnunu gölgeler, onu sevimli kılardı.
Ustamız çağırınca elleri titredi, gözlerini yere indirdi, ilerledi. Yutkunduk. Telefon
numarasını tekrarla. 315 48 30. Aferin, iyi bir dinleyicisin. Şimdi 315’i 48’le
çarp ve 30’a böl. Beş saniyen var: 504. Saniye almadı söylemesi. Evet, doğru,
tebrik ederim Serçe. Kuşla ilgili düşüncen nedir, ellerini sıktı Ustamız, yüzü
kızardı Serçe’nin, konuşmadı çirkin canlı. Ustamız öfkelendi ve elindeki
kitaptan okudu: “Hever’in karısı Yael eline bir çadır kazığı ile tokmak aldı.
Yorgunluktan derin bir uykuya dalmış olan Sisera’ya sessizce yaklaşarak kazığı
şakağına dayadı ve yere saplanıncaya dek çaktı. Sisera hemen öldü.” (Hakimler
4) Köşedeki kazığı sağ avuç içinde yuvarladı, elleri çok güzeldi Ustamızın,
büyüleyiciydi tırnakları, içeri pıt pıt dökülüyordu yağmur suları. Üşümeye
başlamıştık. Serçe, konuş, konuş evladım. Kazık pul pul soyuluyordu sağ elinde.
Sabırsızlıkla bu anı bekliyorduk sanki ezelden beri. Sol eli yoktu ustamızın,
yüzyıllar öncesinde bir savaşta yitirdiğini söylemişti. Kâhinin yanına gitmişti
sonra, kâhin ondan bir canlı kuşu, sedir ağacını, kırmızı ipliği ve mercanköşk otunu
akarsuyun üzerinde kesilen bir kuşun kanına batırmasını istemiş, gülümsemiş ve
bu karışımı kesilen yere yedi kez sürmesini buyurmuştu. Ustamız yedinci günün
sonunda bir tufan kopacağını da öğrenmişti kâhinden. Saçını, sakalını, bütün
kıllarını tıraş et, giysilerini yıka ve sen de paklan, böylelikle kurtulacaksın
yok olmaktan. Bu sözleri de kulağına küpe etmişti Ustamız. Söylenenleri yapmış,
yedi gece üşümüş, ateşlenmiş, titremiş, ağlamış, gülmüştü. Kâhinin yanına
vardığında, boynuna asılmış, seni hain, seni yalancı şaklaban, demişti adama.
Bir tekeye dönmüştü kâhin, iki elini tekenin başına koyan Ustamız sessizleşmiş,
günahlarını, çaresizliğini ve arzularını onun tüylerine fısıldamıştı. Kavramıştı
boynuzlarını tekenin, kırmıştı başını, hayvan oracığa yığılmıştı, tüylü
ağzından sızmıştı damlalar. Ustamızı bu öyküsüyle seviyorduk. Burnu büyük ve
biçimsizdi. Çirkin suretine rağmen öyküsünü seviyorduk, sevilmezdi çirkinler. Uzun
saçları koca kafasının iki yanından püsküllenir, burnunu gölgeler, onu sevimli
kılardı. Minderler ıslaktı önceki günkü yağmurun etkisiyle. Bodrum kattaki
mekânımızın küçük pencerelerinden içeri sızıyordu damlalar. Daha da sızmıştı.
Sırtımıza pat küt vuruyordu yağmur. Camlar çatladı çatlayacaktı. Sol bileğinin
kesilmiş noktasıyla başını okşadı Serçe’nin. Kıtır kıtır gezdirdi kellesinde
kapanmış yarayı. Saçları burnunu kapamıştı Serçe’nin, çirkindi Ustamız. Kazığı şefkatle
Serçe’nin kafasına sapladı. Ferahladık, gülümsedik, seni hain, seni yalancı
şaklaban, diyordu kafayı parçalayan Ustamız.
Camları kırdı yağmur. Döndü tufana. Ustamız sakindi. Sürün,
dedi, yüzünüze, gözünüze sürün bu hainin leşini. Kurtulacaksınız. Tedirgindik,
kımıldamadık. Yapın, dedi, aptallar, ahmaklar. Benim sözlerime inanmanız gerekir.
Sizi bunun için yetiştirdim. Su yükseliyordu içeride. Minderlerin çoktan ölmüş
maviliğindeydi aklımız. İsteksizce yaptık denileni. Ellerimiz pürelenmiş
kafasındaydı Serçe’nin, ıslaklık onu silmeden yeryüzünden yetişmiştik,
kurtulacağız diyordu Ustamız, madde, yoğuşma, Newton, bunlar önemli konular. Beni
anlıyor musunuz evlatlarım? Hepsi akılda, hepsi usumuzda. Yaklaşın bana, sırrını
veriyorum hayatın. Boğulacaktık nerdeyse, konuşamaz hâldeydik. Portakallı
cheesecake, limonlu cheescake tüketmeyin, meyvenin kendisini yiyin. Ustamızın kara
mizahın sınırındaki ağzına basarak tırmanmaya çalıştık yukarıdaki pencerelere. Gülüyor,
ağlıyor, titriyor, ateşleniyor, üşüyordu Ustamız. Dağılıyordu yüzü, elindeki
sopa kafasına inip kalkıyor, onu daha güzel, daha sevimli kılıyordu. Ele ele
vererek aştık su saldırısını. İlk kez görmüştük yukarıyı. Çok güzeldi.
Görmüştük güveç konağı
yazan tabelayı, ç-k harflerinin ortasını, üç boyutlu maket etlerin fokurdadığı güveci.
Uzun bir sırığın ucuna tutturulmuş yalancı kuşu, hain tekeyi, serçelerle dolu
büyük sürahiyi görmüştük. Kupkuruydu dünya. İçeriyi dağıtan devasa hortumun
ucundan sızıyordu damlalar. Damlalar daima sızıyor ve bunu bir film gibi
seyreden besili okurlar açılmış gözlerle bizi izliyordu.
Ustamız bizi çağırdı, acıkmıştı karnımız: Gelin, dedi,
aptallar, ahmaklar. Bu yerin önemini anlamanız gerekir. Sizi bu manasız
döngünün içine yerleştirdim. Gelin çabuk. Ustamızın sesi, evet, sesi büyüleyiciydi
elbette.
No comments:
Post a Comment