July 06, 2019

USTA


US
TA

Havada savruldu kuş, dengesini yitirdi, kanatlarını aşağı yukarı çırptı, yapamadı, elektrik direğine kafasını çarptı, uçuştu tüyleri, gövdesi güveç konağı yazan tabeladaki ç-k harflerinin ortasına, üç boyutlu maket etlerin fokurdadığı güvece düştü, cızırdadı. Işıldayan rezervasyon numarası birkaç kez göz kırparak karardı: 315 48 30.

Kükredi Ustamız. Ne anladınız bu kıssadan? Titredik birbirimize sokularak. Minderler ıslaktı önceki günkü yağmurun etkisiyle. Bodrum kattaki mekânımızın küçük pencerelerinden içeri sızıyordu damlalar. Aklımızı veremiyorduk ona. Söyleyin, dedi, aptallar, ahmaklar. Bu derin cümleleri anlamanız gerekir. Sizi bunun için yetiştirdim. Sen, dedi, sen Şaşkın Serçe, gel yanıma. Cılızdı Serçe. O esnada anlamsız bir şekilde yanındakinin parmaklarını kavramış, halay çekiyordu hafiften. Burnu büyük ve biçimsizdi. Çirkin suretine rağmen onu seviyorduk, sevilmezdi çirkinler. Uzun saçları koca kafasının iki yanından püsküllenir, burnunu gölgeler, onu sevimli kılardı. Ustamız çağırınca elleri titredi, gözlerini yere indirdi, ilerledi. Yutkunduk. Telefon numarasını tekrarla. 315 48 30. Aferin, iyi bir dinleyicisin. Şimdi 315’i 48’le çarp ve 30’a böl. Beş saniyen var: 504. Saniye almadı söylemesi. Evet, doğru, tebrik ederim Serçe. Kuşla ilgili düşüncen nedir, ellerini sıktı Ustamız, yüzü kızardı Serçe’nin, konuşmadı çirkin canlı. Ustamız öfkelendi ve elindeki kitaptan okudu: “Hever’in karısı Yael eline bir çadır kazığı ile tokmak aldı. Yorgunluktan derin bir uykuya dalmış olan Sisera’ya sessizce yaklaşarak kazığı şakağına dayadı ve yere saplanıncaya dek çaktı. Sisera hemen öldü.” (Hakimler 4) Köşedeki kazığı sağ avuç içinde yuvarladı, elleri çok güzeldi Ustamızın, büyüleyiciydi tırnakları, içeri pıt pıt dökülüyordu yağmur suları. Üşümeye başlamıştık. Serçe, konuş, konuş evladım. Kazık pul pul soyuluyordu sağ elinde. Sabırsızlıkla bu anı bekliyorduk sanki ezelden beri. Sol eli yoktu ustamızın, yüzyıllar öncesinde bir savaşta yitirdiğini söylemişti. Kâhinin yanına gitmişti sonra, kâhin ondan bir canlı kuşu, sedir ağacını, kırmızı ipliği ve mercanköşk otunu akarsuyun üzerinde kesilen bir kuşun kanına batırmasını istemiş, gülümsemiş ve bu karışımı kesilen yere yedi kez sürmesini buyurmuştu. Ustamız yedinci günün sonunda bir tufan kopacağını da öğrenmişti kâhinden. Saçını, sakalını, bütün kıllarını tıraş et, giysilerini yıka ve sen de paklan, böylelikle kurtulacaksın yok olmaktan. Bu sözleri de kulağına küpe etmişti Ustamız. Söylenenleri yapmış, yedi gece üşümüş, ateşlenmiş, titremiş, ağlamış, gülmüştü. Kâhinin yanına vardığında, boynuna asılmış, seni hain, seni yalancı şaklaban, demişti adama. Bir tekeye dönmüştü kâhin, iki elini tekenin başına koyan Ustamız sessizleşmiş, günahlarını, çaresizliğini ve arzularını onun tüylerine fısıldamıştı. Kavramıştı boynuzlarını tekenin, kırmıştı başını, hayvan oracığa yığılmıştı, tüylü ağzından sızmıştı damlalar. Ustamızı bu öyküsüyle seviyorduk. Burnu büyük ve biçimsizdi. Çirkin suretine rağmen öyküsünü seviyorduk, sevilmezdi çirkinler. Uzun saçları koca kafasının iki yanından püsküllenir, burnunu gölgeler, onu sevimli kılardı. Minderler ıslaktı önceki günkü yağmurun etkisiyle. Bodrum kattaki mekânımızın küçük pencerelerinden içeri sızıyordu damlalar. Daha da sızmıştı. Sırtımıza pat küt vuruyordu yağmur. Camlar çatladı çatlayacaktı. Sol bileğinin kesilmiş noktasıyla başını okşadı Serçe’nin. Kıtır kıtır gezdirdi kellesinde kapanmış yarayı. Saçları burnunu kapamıştı Serçe’nin, çirkindi Ustamız. Kazığı şefkatle Serçe’nin kafasına sapladı. Ferahladık, gülümsedik, seni hain, seni yalancı şaklaban, diyordu kafayı parçalayan Ustamız.

Camları kırdı yağmur. Döndü tufana. Ustamız sakindi. Sürün, dedi, yüzünüze, gözünüze sürün bu hainin leşini. Kurtulacaksınız. Tedirgindik, kımıldamadık. Yapın, dedi, aptallar, ahmaklar. Benim sözlerime inanmanız gerekir. Sizi bunun için yetiştirdim. Su yükseliyordu içeride. Minderlerin çoktan ölmüş maviliğindeydi aklımız. İsteksizce yaptık denileni. Ellerimiz pürelenmiş kafasındaydı Serçe’nin, ıslaklık onu silmeden yeryüzünden yetişmiştik, kurtulacağız diyordu Ustamız, madde, yoğuşma, Newton, bunlar önemli konular. Beni anlıyor musunuz evlatlarım? Hepsi akılda, hepsi usumuzda. Yaklaşın bana, sırrını veriyorum hayatın. Boğulacaktık nerdeyse, konuşamaz hâldeydik. Portakallı cheesecake, limonlu cheescake tüketmeyin, meyvenin kendisini yiyin. Ustamızın kara mizahın sınırındaki ağzına basarak tırmanmaya çalıştık yukarıdaki pencerelere. Gülüyor, ağlıyor, titriyor, ateşleniyor, üşüyordu Ustamız. Dağılıyordu yüzü, elindeki sopa kafasına inip kalkıyor, onu daha güzel, daha sevimli kılıyordu. Ele ele vererek aştık su saldırısını. İlk kez görmüştük yukarıyı. Çok güzeldi.

Görmüştük güveç konağı yazan tabelayı, ç-k harflerinin ortasını, üç boyutlu maket etlerin fokurdadığı güveci. Uzun bir sırığın ucuna tutturulmuş yalancı kuşu, hain tekeyi, serçelerle dolu büyük sürahiyi görmüştük. Kupkuruydu dünya. İçeriyi dağıtan devasa hortumun ucundan sızıyordu damlalar. Damlalar daima sızıyor ve bunu bir film gibi seyreden besili okurlar açılmış gözlerle bizi izliyordu.

Ustamız bizi çağırdı, acıkmıştı karnımız: Gelin, dedi, aptallar, ahmaklar. Bu yerin önemini anlamanız gerekir. Sizi bu manasız döngünün içine yerleştirdim. Gelin çabuk. Ustamızın sesi, evet, sesi büyüleyiciydi elbette.


No comments:

Post a Comment