Senin peşine takılmamam gerekirdi Çetin, gitmemem o
apartmana, o sokaktan geçmemem, yıkık binalarda umuda açmış bazı isimsiz
çiçekleri görmemem, gülümsememem –bir dakika, demiştin, yapmasan artık, her
kelimeyi olumsuzluk eki –me –ma ile kurup durmasan ve sözcüğü uzattıkça
uzatmasan- ve sana kulak ve sana zerre değer ve şans vermemem icap ederdi. Öyle
olmadı. Sonunda tüm öykülerimin kahramanı olup çıktın.
Evine geçtik. Dik yürüyordun, burnun uzun. Uzun burnun,
yürüyordun dik. İri bir fare olduğunu düşünürdüm senin, burnunla kokladığını
tehlikeleri, yeryüzü kedilerinden bizi kurtardığını hayal ederdim. Yürüsen,
derdin, ilerlesen. Tamamlamazdın cümleleri sanki, belki bana öyle gelirdi.
Sıvası dökülmüş duvarlar, içerisi soğuk. Radyoda –teybin radyosunda- cümbüşlü
bir parça, ev hüzünlü. Ortası çökük kanepene oturduk. Gözlerim gözlerinde,
burnunda, ağzında, dişinde, neyin varsa orada, sende. Ev sahibi kadın çok iyi,
dedin, bana acıyor, garibanım, dürüstüm, bana acıyor, seviyor beni sanırım.
Bazen yemek getiriyor, kokuyor yemek çok kötü, kadın çok iyi-yemek çok kötü kokuyor,
biliyorum bunu, kemiklerim sayılıyor artık, üşüyorum, açım ve yiyorum elbette
ne bulursam. Kardeşlerim gitti, annem babamı aldattı ve tüm insanlar,
insanların tümü beni kandırdı, yarıda bıraktı, sen de öyle, sen de. Yoktun yıllardır, neredeydin? Radyonun –teybin radyosunun- cümbüşündeki cızırtı.
Değişmişsin Çetin, büyümüşsün, burnun kabarmış, çirkinleşmişsin görmeyeli. Seni
aradım oysaki. Yıllarca, her sokakta, Demetevler’de, tüm Ankara’da, ucuz
dönercilerde, çay ocaklarında, apartmanların bodrum katlarında, henüz inşaata
dönmemiş viran tepelerde aradım seni. Bulamadım, yoktun. Bu piknik tüpünü,
dedin burnunla işaret ettiğin, ev sahibi kadın verdi bir akşamüstü, Çetin dedi
bana, dedin, yıllar önce evden kaçan eşimin yaşındasın ve o hiç değişmemiş ve
sen osun sanki gibi geliyor bana, onun en sevdiği yemekleri ben bununla
yapardım, al bu senin olsun, dedi ve piknik tüpünü göz yaşlarıyla elime
tutuşturdu, yanaklarımdan öptü, dedin, o akşam kadının sana bir miktar para
bıraktığını ve şu ötede gördüğün kömürlüğün anahtarını üç beş cümlelik bir
mektup içinde teslim ettiğini de ekledin samimiyetsiz sözlerine. Kadına ne
olduğunu merak etmedim ve mektubu da, aslında öykü gelenekleri içinde muhakkak bu
mektubun ifşa edilmesi gerekirdi ama ben istemedim, bazı şeyler ilelebet
gizlenmelidir Çetin, elime dokundun, yutkunduk. Hazır mısın, dedin, yıllar
sonra o kömürlüğe girmeye, bunun için gelmedin mi? O esnada alt dudağımın etini
hafifçe parçalayan dişime sızmıştı kanım, tuhaf bir koku sarmıştı düşüncemi ve
onun içinden dinliyordum seni. Aslında, dedim, girmemem, değiştirmemem gerek öyküyü,
merak etmemem, sus, dedin, her şey olumlu olsa yıllar sonra, gülsek. Gülmesem,
gülümsemesem, gülsek, gülsek, radyoda başka bir parça çıktı.
Ah, dedin işte, işte her şey eskiye dönüyor. Mahsun Kırmızıgül bu, bizim sanatçımız,
bizim maço erkeğimiz –o zamanlar tabii, dans edelim. El ele tutuştuk,
vals-tango neyse adı, zorlansak da, dengemiz yoksa da, ondan yapıyoruz. Şaha Doğru türküsü. Kafanı yana yatırsan
ve söylesen: Şaha doğru giden kervan, çok
ağlattın güldür beni, düşmüşem elden ayaktan, tut elimden kaldır beni. Nasıl
tebessüm ediyoruz, mutluyuz, o zamanlardaki gibi. Kafamız yana yatık, sesimiz
tiz, vücutlar katı, düşenin dünyada dostu
kalmadı keko keko. İniyoruz birazdan aşağı, dedin. Kilidi nezaketle açtın,
bu esnada burnun vücuduma değiyordu -nasıl olduysa, utanıyordum bunu söylemeye, ifade etmeye
hislerimi çekiniyordum elbette, böyleydi mizacım. Parça sona erince bir
suskunluk girdi aramıza ve suskunluğun elleri ayırdı bizi. Yılların etkisi
kendini gösterdi. Gelmedin, dedin, bunca yıldır gelmedin. Kapı açıldı. Korku
filmlerindeki karanlığı göremedim, ortada bir gerilim varsa onu almıştı Mahsun.
Rahatlamıştık, olsak da kızgın, küskün.
İnelim aşağı dedin, ben bir kere indim, ben defalarca indim,
döndüm geri. Seni aradım, yoktun, hayattaki tek yarenim olmazsa, dedim, ölürüm
buralarda, çıkamam yukarı. Hep çıktım seni düşünüp, gelirsin diye. Gelmiştim
işte. Asansöre bin, bak asansörü de var, dar olsa da, iki kişi zor sığsa da
var, var. Girdik, tuşlar belirsiz, kokuyor küf, toz içinde. Aşağı iniyor,
örümcek ağlarında yalnız bir örümcek, kendi ağında hapis. Bizi görünce
yalnızlığından utanıyor. Attilâ İlhan
da, diyorum, bizi görse bir kez daha utanırdı özgürlüğünden. Aşağı iniyor
asansör, daha sürer mi, diyorum, bu kadar uzak mı gideceğimiz yer? N’oldu,
diyorsun, senin olumsuzluk eki sanıyorum ki öykünün ilk bölümüne özel bir
saçmalıktı. Tıpkı senin dilek-şartın misali, diyorum. Gülümsüyoruz. Bana yakın
olman, diyorum Çetin, çok güzel. Yıllar sonra sana yakın olmak ve buraya inmek
için geldiğimi ikimiz de biliyoruz, evet. Çok sert olmayan bir iniş. Asansör
kapısının açılışı. Tanıdığım Çetin’i bıraktığım yer. Tebessümünün hainliği
Çetin’in. Hatıraların gelişi akla. Susuşum. Kafamı çarptığın duvar. Kopmuş sağ
bacağımın sızısı. O günü anımsamak. Gel, diyorsun. Kaçan bir kız. Başında
sargılar. Tebessümün Çetin. Cızlayan ışık, toz kümesi içinde inleyen birkaç
ses. İyi ki kurtuldum senden Çetin. Kolumu sıkıyorsun, tebessümün bir leke
yüzünde. Gelecektin, biliyordum, herkes kendi öyküsünün sonunu bilmek ister,
tebessümün leke, haklısın Çetin, dizimden aşağısı yok, çok çektim buradan
çıkarken. İnanmamalıydım sözlerine, insan gerçekten inanmadan seni seviyorum
diyemiyormuş birine, biliyordum.
İnanmıyorum ev sahibi öyküne, yalan. O piknik tüpünü vura
vura çürütmedin mi bacağımı, sonra öfkeyle çekip kömürlüğe ne yaptığını
anımsamıyor musun? Olumsuzluk eklerinden oluşan ölümsüz bir acı ekini bünyeme
ektiğini bilmiyor musun?
Kim bunlar Çetin? Kaçan kız, inleyenler, bu insana
benzemeyen, böyle asil bir öyküye yakışmayan karakterler de kim? Sessizlik.
Yıllar sonra. Senin peşine takılmamam gerekirdi Çetin, girmemem bu apartmana, bu
sokaktan geçmemem ve sana kulak ve sana zerre değer ve şans vermemem icap
ederdi. Öyle olmadı. Bağrışını duydum çürük bir binanın içinden yükselen.
Elimdeki şeffaf pazar poşetlerini yere savurdum, kahraman olmak istedim, seni
iyileştirmek. Bir deri bir kemik kalmıştın, artık gazı tükenmiş çirkin bir
piknik tüpünü sağ dizine vurup duruyor, ağlıyordun. Dermansız dizinin
dokularının sıyrılışını izledim deriden, kopuşunu, güçsüz vücudunun
tepkisizliğini, akmayışını birkaç damla kanın dahi. Öldü ölecektin. Fareler
hücum etti kopan bacağına, iri fareler, sana benzeyen. Kurtardım seni. Çok sevdim,
aylarca direndin ve kurtuldun ölümden, tabii yaşadığın şeye yaşam denirse, yaşadın. Sevdin. Teyp aldım sana -radyolu,
Mahsun Kırmızıgül çalan kasetleri yerleştirdim gözüne, gülümsedin titrerken.
Gülümsedik, söyledik: Görür görmez hemen
aşık oldum sana/Sen kalbimi aldın attın sevdaya/Öleyim öleyim vallah öleyim/Senin
uğruna canım vereyim/Öleyim öleyim vallah öleyim. Sonra benim delirmem, radyo
tehlikeli demem, radyo radyosyon yayar, demem, radyasyon desen de doğrusu,
hayır demem, radyosyon radyonun verdiği zarardır diye üstelemem, herkes delirir günün
birinde, kesmem saçlarımı, derimi kıtır kıtır doğramam, senin ellerimi tutmaman
o anda, benim daha fazla üzülmem ve senin daha fazla üzülmemem için gülümsemen.
Delirmem ve senin sağ bacağının yokluğuna dokunmam ve kendi sağ bacağımı aynı
yöntemle parçalamam. Buna üzülmen ve daha fazla üzülmemek için beni aşağı
götürmen. Bağlaman, kendime zarar vermemem için elinden geleni yapman, beni
bağlama sürecinin aslında seni daha kötü biri yapması ve benim bu zindandan
kaçmam. Senden kaçmamam, kaçamamam. Öykümün sonundan korkmam.
Birbirimizin sağ boşluklarına dokunuyoruz, gülümsüyoruz.
Dokunuşlarımız ölümsüzlük eki, biliyoruz. Radyonun –teybi artık bozuk- sesini
açmamız, ellerimizin bir diğerinin boğazını sıkması, gülümsememiz, gülümsememiz.
No comments:
Post a Comment