October 13, 2019

ÖLÜMSÜZLÜK EKİ



Senin peşine takılmamam gerekirdi Çetin, gitmemem o apartmana, o sokaktan geçmemem, yıkık binalarda umuda açmış bazı isimsiz çiçekleri görmemem, gülümsememem –bir dakika, demiştin, yapmasan artık, her kelimeyi olumsuzluk eki –me –ma ile kurup durmasan ve sözcüğü uzattıkça uzatmasan- ve sana kulak ve sana zerre değer ve şans vermemem icap ederdi. Öyle olmadı. Sonunda tüm öykülerimin kahramanı olup çıktın.

Evine geçtik. Dik yürüyordun, burnun uzun. Uzun burnun, yürüyordun dik. İri bir fare olduğunu düşünürdüm senin, burnunla kokladığını tehlikeleri, yeryüzü kedilerinden bizi kurtardığını hayal ederdim. Yürüsen, derdin, ilerlesen. Tamamlamazdın cümleleri sanki, belki bana öyle gelirdi. Sıvası dökülmüş duvarlar, içerisi soğuk. Radyoda –teybin radyosunda- cümbüşlü bir parça, ev hüzünlü. Ortası çökük kanepene oturduk. Gözlerim gözlerinde, burnunda, ağzında, dişinde, neyin varsa orada, sende. Ev sahibi kadın çok iyi, dedin, bana acıyor, garibanım, dürüstüm, bana acıyor, seviyor beni sanırım. Bazen yemek getiriyor, kokuyor yemek çok kötü, kadın çok iyi-yemek çok kötü kokuyor, biliyorum bunu, kemiklerim sayılıyor artık, üşüyorum, açım ve yiyorum elbette ne bulursam. Kardeşlerim gitti, annem babamı aldattı ve tüm insanlar, insanların tümü beni kandırdı, yarıda bıraktı, sen de öyle, sen de. Yoktun yıllardır, neredeydin? Radyonun –teybin radyosunun- cümbüşündeki cızırtı. Değişmişsin Çetin, büyümüşsün, burnun kabarmış, çirkinleşmişsin görmeyeli. Seni aradım oysaki. Yıllarca, her sokakta, Demetevler’de, tüm Ankara’da, ucuz dönercilerde, çay ocaklarında, apartmanların bodrum katlarında, henüz inşaata dönmemiş viran tepelerde aradım seni. Bulamadım, yoktun. Bu piknik tüpünü, dedin burnunla işaret ettiğin, ev sahibi kadın verdi bir akşamüstü, Çetin dedi bana, dedin, yıllar önce evden kaçan eşimin yaşındasın ve o hiç değişmemiş ve sen osun sanki gibi geliyor bana, onun en sevdiği yemekleri ben bununla yapardım, al bu senin olsun, dedi ve piknik tüpünü göz yaşlarıyla elime tutuşturdu, yanaklarımdan öptü, dedin, o akşam kadının sana bir miktar para bıraktığını ve şu ötede gördüğün kömürlüğün anahtarını üç beş cümlelik bir mektup içinde teslim ettiğini de ekledin samimiyetsiz sözlerine. Kadına ne olduğunu merak etmedim ve mektubu da, aslında öykü gelenekleri içinde muhakkak bu mektubun ifşa edilmesi gerekirdi ama ben istemedim, bazı şeyler ilelebet gizlenmelidir Çetin, elime dokundun, yutkunduk. Hazır mısın, dedin, yıllar sonra o kömürlüğe girmeye, bunun için gelmedin mi? O esnada alt dudağımın etini hafifçe parçalayan dişime sızmıştı kanım, tuhaf bir koku sarmıştı düşüncemi ve onun içinden dinliyordum seni. Aslında, dedim, girmemem, değiştirmemem gerek öyküyü, merak etmemem, sus, dedin, her şey olumlu olsa yıllar sonra, gülsek. Gülmesem, gülümsemesem, gülsek, gülsek, radyoda başka bir parça çıktı.

Ah, dedin işte, işte her şey eskiye dönüyor. Mahsun Kırmızıgül bu, bizim sanatçımız, bizim maço erkeğimiz –o zamanlar tabii, dans edelim. El ele tutuştuk, vals-tango neyse adı, zorlansak da, dengemiz yoksa da, ondan yapıyoruz. Şaha Doğru türküsü. Kafanı yana yatırsan ve söylesen: Şaha doğru giden kervan, çok ağlattın güldür beni, düşmüşem elden ayaktan, tut elimden kaldır beni. Nasıl tebessüm ediyoruz, mutluyuz, o zamanlardaki gibi. Kafamız yana yatık, sesimiz tiz, vücutlar katı, düşenin dünyada dostu kalmadı keko keko. İniyoruz birazdan aşağı, dedin. Kilidi nezaketle açtın, bu esnada burnun vücuduma değiyordu -nasıl olduysa, utanıyordum bunu söylemeye, ifade etmeye hislerimi çekiniyordum elbette, böyleydi mizacım. Parça sona erince bir suskunluk girdi aramıza ve suskunluğun elleri ayırdı bizi. Yılların etkisi kendini gösterdi. Gelmedin, dedin, bunca yıldır gelmedin. Kapı açıldı. Korku filmlerindeki karanlığı göremedim, ortada bir gerilim varsa onu almıştı Mahsun. Rahatlamıştık, olsak da kızgın, küskün.

İnelim aşağı dedin, ben bir kere indim, ben defalarca indim, döndüm geri. Seni aradım, yoktun, hayattaki tek yarenim olmazsa, dedim, ölürüm buralarda, çıkamam yukarı. Hep çıktım seni düşünüp, gelirsin diye. Gelmiştim işte. Asansöre bin, bak asansörü de var, dar olsa da, iki kişi zor sığsa da var, var. Girdik, tuşlar belirsiz, kokuyor küf, toz içinde. Aşağı iniyor, örümcek ağlarında yalnız bir örümcek, kendi ağında hapis. Bizi görünce yalnızlığından utanıyor. Attilâ İlhan da, diyorum, bizi görse bir kez daha utanırdı özgürlüğünden. Aşağı iniyor asansör, daha sürer mi, diyorum, bu kadar uzak mı gideceğimiz yer? N’oldu, diyorsun, senin olumsuzluk eki sanıyorum ki öykünün ilk bölümüne özel bir saçmalıktı. Tıpkı senin dilek-şartın misali, diyorum. Gülümsüyoruz. Bana yakın olman, diyorum Çetin, çok güzel. Yıllar sonra sana yakın olmak ve buraya inmek için geldiğimi ikimiz de biliyoruz, evet. Çok sert olmayan bir iniş. Asansör kapısının açılışı. Tanıdığım Çetin’i bıraktığım yer. Tebessümünün hainliği Çetin’in. Hatıraların gelişi akla. Susuşum. Kafamı çarptığın duvar. Kopmuş sağ bacağımın sızısı. O günü anımsamak. Gel, diyorsun. Kaçan bir kız. Başında sargılar. Tebessümün Çetin. Cızlayan ışık, toz kümesi içinde inleyen birkaç ses. İyi ki kurtuldum senden Çetin. Kolumu sıkıyorsun, tebessümün bir leke yüzünde. Gelecektin, biliyordum, herkes kendi öyküsünün sonunu bilmek ister, tebessümün leke, haklısın Çetin, dizimden aşağısı yok, çok çektim buradan çıkarken. İnanmamalıydım sözlerine, insan gerçekten inanmadan seni seviyorum diyemiyormuş birine, biliyordum.

İnanmıyorum ev sahibi öyküne, yalan. O piknik tüpünü vura vura çürütmedin mi bacağımı, sonra öfkeyle çekip kömürlüğe ne yaptığını anımsamıyor musun? Olumsuzluk eklerinden oluşan ölümsüz bir acı ekini bünyeme ektiğini bilmiyor musun?

Kim bunlar Çetin? Kaçan kız, inleyenler, bu insana benzemeyen, böyle asil bir öyküye yakışmayan karakterler de kim? Sessizlik. Yıllar sonra. Senin peşine takılmamam gerekirdi Çetin, girmemem bu apartmana, bu sokaktan geçmemem ve sana kulak ve sana zerre değer ve şans vermemem icap ederdi. Öyle olmadı. Bağrışını duydum çürük bir binanın içinden yükselen. Elimdeki şeffaf pazar poşetlerini yere savurdum, kahraman olmak istedim, seni iyileştirmek. Bir deri bir kemik kalmıştın, artık gazı tükenmiş çirkin bir piknik tüpünü sağ dizine vurup duruyor, ağlıyordun. Dermansız dizinin dokularının sıyrılışını izledim deriden, kopuşunu, güçsüz vücudunun tepkisizliğini, akmayışını birkaç damla kanın dahi. Öldü ölecektin. Fareler hücum etti kopan bacağına, iri fareler, sana benzeyen. Kurtardım seni. Çok sevdim, aylarca direndin ve kurtuldun ölümden, tabii yaşadığın şeye yaşam denirse, yaşadın. Sevdin. Teyp aldım sana -radyolu, Mahsun Kırmızıgül çalan kasetleri yerleştirdim gözüne, gülümsedin titrerken. Gülümsedik, söyledik: Görür görmez hemen aşık oldum sana/Sen kalbimi aldın attın sevdaya/Öleyim öleyim vallah öleyim/Senin uğruna canım vereyim/Öleyim öleyim vallah öleyim. Sonra benim delirmem, radyo tehlikeli demem, radyo radyosyon yayar, demem, radyasyon desen de doğrusu, hayır demem, radyosyon radyonun verdiği zarardır diye üstelemem, herkes delirir günün birinde, kesmem saçlarımı, derimi kıtır kıtır doğramam, senin ellerimi tutmaman o anda, benim daha fazla üzülmem ve senin daha fazla üzülmemem için gülümsemen. Delirmem ve senin sağ bacağının yokluğuna dokunmam ve kendi sağ bacağımı aynı yöntemle parçalamam. Buna üzülmen ve daha fazla üzülmemek için beni aşağı götürmen. Bağlaman, kendime zarar vermemem için elinden geleni yapman, beni bağlama sürecinin aslında seni daha kötü biri yapması ve benim bu zindandan kaçmam. Senden kaçmamam, kaçamamam. Öykümün sonundan korkmam.

Birbirimizin sağ boşluklarına dokunuyoruz, gülümsüyoruz. Dokunuşlarımız ölümsüzlük eki, biliyoruz. Radyonun –teybi artık bozuk- sesini açmamız, ellerimizin bir diğerinin boğazını sıkması, gülümsememiz, gülümsememiz.


No comments:

Post a Comment