Gaz pedalına biraz daha yükleniyorum, iki tarafı ağaçlarla kaplı toprak yolda ilerliyor aracım. Oğlum Ahmet arka koltukta oturuyor ve gülümsüyor, baba, diyor, halamlarda ne kadar süre kalacağız, yani annemle siz, siz sözcüğünde bir sızı oluşuyor dudaklarında, titriyor yanakları, bir damlanın döküldüğünü hissediyorum kollarına, o damlayla bileklerini sıkıyor, sıkıyor, susuyor. Bileklerimden sıkardı ninem, gel buraya, derdi, gel köpoğlu. Gel it, gel enik. Enik ne demek bilmezdim, dert de etmezdim, hoşuma giderdi seslenişi kara ninemin. Güneşte kalma, kararır ensen aval. İnadına durur, küserdim dünyaya, herkese, sararan otlara, köye, sefilliğe, kara ağızlı köpeklere -terli ve tüylü burunlarına- küserdim. O zamanlar bana yabancı bir dünya gibi gelen yazlık köy misafirliklerimize, deli kız Emine’ye, onu anadan doğma soyan köy erkeklerine, bu duruma karşı koyamayışıma ve çoban çocuk Ferhat’ın kıpkırmızı yanaklarına küserdim, küserdim işte.
Tarlada otlar biçilir, belli aralıklarla minik ot iglolar yapılırdı. Bu igloların beyazlarını okulda, eksi ikinci kattaki laboratuvarda görmüştüm, anımsıyorum. Ağzımız -küçük ve sevimli- yarı açık hâlde, dünyanın büyük, büyülü bir yer olduğunu düşünürdük duvara yansıyan tepegöz merceğinde. Sarı iglonun içine zorla soktu ninem, gel, kara kelle oldun, tuh, bileğime bastırdı. Otların içi gece kadar serindi, ferah. Domates, biber, yeşil soğanı lavaşa koydu ninem, ağzıma tıktı. Yarasın, dedi, yarasın oğluma. Kendine dürdüğü haşlanmış yumurtanın kokusu başımı döndürdü.
Dedem kasketini siper etmişti güneşe karşı. İglonun içi genişmiş, o da geldi. Vay anasını sayın seyirciler, dedi, öptü ıslak. Bileğimi sıktı, insanların bilekle bir sorunu olmalı. Bitmez bu tarla, bitmez. Üç kişi üç gündür aralıksız çalışıyoruz, daha yarılayamadık. Otların arasından su şişesini çıkardı. Kana kana. Ninem sessizleşti, içine kapandı sanki. Yüzmeye gideyim dede. Vay anasını sayın seyirciler, dedi beklendiği üzere, gitme oğlum, Emine’den haber alınamadı, bak. Ölmüş, yazık, suda buldular cansız bedenini. Yazık. Sustum. Görmüştüm ben, okulun orada sıkıştırdılar deli kızı. Ellerini iki yana kanat çırparak açar, koşardı. Evden don atlet kaçar, sonra dışarda köyün erkeklerinin emirlerini yerine getirirdi. Patates tarlasında, farelerin berisinde izledim onları, okul bahçesinin tenhasına geçtiler, sağı solu kolaçan edip başladılar alaya. Kız Emine, sen kız mısın? He. Memen niye yok? Hahıl hok, aha. Çıkardı atleti, memesini cimcikletti. Kasların da yok kız senin. Hahıl hok, sıktı çelimsiz pazılarını. Gülümsedi, ışıldadı gözleri. Sonra kızın bileğini sıkan elleri Hasan’ın. Emine’nin manasız neşesi. İndirilen donu. Vücudunu okşayanlar. Kahkahası zalimlerin. Buna her zamanki gibi müdahale edemeyişim. Bir gün sonrasında, dere kenarında, bizim tarlanın civarında gördüm Deli Emine’yi. Sığ suda yüzmeye çalışıyor, kafasını iki yana hareket ettiriyordu. Gülüyordu durmadan. Çıplaktı. Kafasını bir kayaya vurmasıyla bağırması, inlemesi bir oldu. Koştum yanına, kimseler yoktu. Yoktu güneşin sarısından gayrısı. Akan kanı öperek durdurdum çocuk dudaklarımla, yarı açık ağzından da akıyordu sular. Boğazındaki kesikten konuşuyordu. Çok güzeldi. Öperek uyandırdım içindeki uykuyu. Beni dedi, öldürdüler, öldürdüler, izledin sen de. İzledin. Defalarca vurdular kafamı okulun demir kapısına, içi akana, tükenene dek parçaladılar beynimi. İzledin. İzledin. Aklım ermiyor, gücüm yetmiyordu. Ferhat geldi sonra. Ferhat deme Emine, deme, adını anma. Ferhat aralarına girdi, dağılanlarımı topladı, sizinki de erkeklik mi ha, dedi, çıkardı sustalıyı, ağlıyordu bir yandan, burnundan akanları siliyordu, sizi öldürürüm ulan. Sağa sola savurdu titreyen elleriyle. Kaçanlar oldu ama kana bulanan eller boğazını sıktı Ferhat’ın. Gözleri yuvalarında oynadı, soluğu kesildi, yere yığıldı. Kıpkırmızı yanakları sarardı. Öldüm ben, öldü o. Sen kaçtın. Bak, geliyorlar yine. Kaç, kaç tekrar. Bileklerim. Sıkan elleri gevşiyor.
Bileklerimden sıktı ninem, gel buraya, dedi, gel köpoğlu. Gel it, gel enik. Güneş geçti başına. N’oldu oğlum, neden cevap vermiyorsun? Niye? Niye cevap vermiyor, diyor doktora kardeşim. Zar zor takip edebiliyorum olanı. Araba uçurumdan yuvarlanmış, yaşaması bile mucize -oğlu yara almadan atlatmış- ama sanıyorum ki uzunca bir süre fizik tedavi görmesi gerekecek vücudunu kımıldatabilmesi için. Geçmiş olsun. Sessizce iç çekmeler. Gözlerim kapalı ama duyuyorum her sesi. Her sessizliği işitiyorum. Birkaç hemşirenin yardımıyla gözümü kırparak konuşuyorum. Tek kırpma evet, iki kırpma hayır. Dıt dıt makine sesleri, soluk boruma takılan aparattan alınan nefes. Öldüm, öldüm. Belli. Neyse ki akıyor gözyaşlarım. Oğlumu getirdiler -zamanı hesap edemiyorum, ne önemi var- bilmediğim bir zamanda, bana baktı, ağladı. Ağladım. Komaya girdiğimi söylediler, iki üç katı ağırlaşan bedenimi apar topar hasta yıkama küvetine götürdüler. Kateterime dokunan eller, vücudumu okşayanlar, utanmam, hareketsizliğim, küskünlüğüm dünyaya, herkese, sararan geleceğe, yokluğa, sefilliğe, kara ağızlı hemşirelere -terli ve tüylü burunlarına- küskünlüğüm. Sıkılan bileklerim, acımıyor işte, hissetmiyorum. Bilmiyorum neden geliyor başımıza, neden oluyor kara belalar, bilmiyorum. Oğlumun annesinin ben uyurken, tek yapabildiğim bu, odaya süzüldüğünü, o adamın onu dışarıda beklediğini ve gizlice bir sigara yaktığını biliyorum ama. Yüzüme dokunduğunu, bunu hak etmediğimi, yok yok hak ettiğimi aslında söylediğini biliyorum. Eden bulur dediğini ve hıçkırıklarla odadan ayrıldığını, silik iki gölgenin koridorda yükselen duman içinde sarıldığını, tek vücut olduğunu ve el ele güçlendiğini; öfkeden altıma doldurduğumu ve o kokunun, ilaç kokularının, makine seslerinin, ölü gövde ağırlığının içinde ölmeyi beklediğimi, en azından ölüm kokusunu aldığımı biliyorum. Açık, biliyorum.
Biliyorsan söyle, diyor muhtar. Söyle, söyle de kurtul. Bu kızı öldürenler kim? Ölüsü sizin tarlanın orada bulunuyor, kaldı ki senin üstün de kan içinde kalmış o gün. Söyle. Öfkeli muhtar, ceketi is kokan, uzun bıyıklı, sert muhtar. Ninem, ne bilsin sabi, diye çıkışıyor. Muhtar Efendi, açık söyle, gizleme, neyi ima ediyon? Yok ana, bir şey dediğim yok da, o çoban çocuk da yok piyasada. Bu çocuğun üstü başı kan olunca, ne bileyim? Kaşı seğiren muhtar. Bana bakan nine, muhtar, muhtarın oğlu. Şehadet parmağı ile boğazını keserim işareti yapıyor usulca bu oğlan. Suskunum. Bilmiyorum. Ninem sessizleşti, içine kapandı sanki. Muhtar’ın babası Memi Emmi geldi. Nasıl bir isim bu? Boğazında açılan deliğe yerleştirilmiş bir tüple hareket ediyor. Yaratık gibi, korkuyorum ondan. Muhtarın oğlu onu işaret edip haince gülümsüyor. Keserim işareti. Tuhaf sesler çıkarıyor adam, elini omzuma koyuyor. Etli elleri omzumu çürütüyor. Ağır, kokulu ve ölmüş elleri. Önce eller ölüyor. Ellerime bakıyorum, ölmüşler. Tel tel solmuş damarlar, hareketsizler. Doktorun haftalık kontrollerinden durumumun iyi olmadığını anlıyorum. Söylemez doktor, anlarsın, basit. Ellerim ölmüş, çürümüş.
Çıkarıyorlar hastanenin balkonuna. Ağzımdan süzülen salyalara konuyor bir sinek. Geçecek biliyorum, bitecek. Oğlum, annesi ve o adam bir oyuncakçıya giriyor, görmez gözlerimle görüyorum. İstediği ne varsa alan adam, her türlü oyuncak, asker, araba, top, iglo, ne bulursa. Gülümseyen oğlum, sarılması adama. Adamın da oğlumun annesine sarılması. Mutlu aile tablosu. Nefes alamayışım. Bunu gören hemşirenin panikle boğaz tüpüme baskı yapması. Bileklerimi sıkması. Hissetmiyorum. Sıkmayın bileklerimi, yapmayın. Ferhat’ın bıçakla araya girmesi tabloda. Tabloyu parçalaması ve Emine’nin terli, tüylü burnunu öpmesi. Seninki de erkeklik mi ha, demesi, çekmesi makinemin fişini. Ellerini iki yana kanat çırparak açan, bana koşan, boğazındaki kesikten konuşan Emine’nin gülümsemesi. Ölümüne, büyük-büyülü bir dünyaya, o dünyanın içinden gülümsemesi.
No comments:
Post a Comment