May 20, 2020

VIRGINIA WOOLF // PERDE ARASI (1941)

“Yansımalardan oluşan bir ayna ya da oyunlardan oluşan bir yansıma”

 

“Oda bomboştu.

Bomboş, bomboş, bomboş; sessiz sessiz sepsessiz. Zaman öncesinin şarkısını söyleyen bir deniz kabuğuydu oda; evin tam yüreğinde bir vazo duruyordu, kaymaktaşından, pürüzsüz, serin, boşluğun kıpırtısız, damıtılmış özsuyuyla dolu, sessizlikle.” (Sf. 38)

 

Virgina Woolf’un Perde Arası adlı eseri 1941 yılında yayımlanır. 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, 1939 Haziran’ında, İngiltere’de, Pointz Konağı’nda geçen öykü, bu mekânın dışına taşmaz. Tomris Uyar çevirisiyle hayat bulan eserin ön sözünde Uyar, kitabın ilk adının Pointz Konağı olacağını ama sonradan Perde Arası’nda karar kılındığını belirtir ve ekler: “Onun (Virgina Woolf) için artık önemli olan ‘form’da benzer cayırtı cazırtı, vızıltı, vınıltı ya da yaygara, şamata, curcuna, ya da tantana, debdebe, tumturak aracılığıyla bir keşmekeş bütünlüğü sağlamak.” (Sf. 8) Hakikaten de eser içerisinde başvurulan bu sözcük seçimlerinin “darmadağın” ve kaotik olay örgüsünde yankı uyandıran ve aynavari yansımalarla örülü bir bütünlük oluşturduğunu görürüz.

 

ISA: TUTKUDAN DOĞAN NEFRETİN GELİNİ

Kırsal bir alanda kurulan Pointz Konağı’nda, temel karakterler Hindistan Genel Valiliğinden emekli Mr. Oliver Bartholomew, kızkardeşi -dul- Mrs. Lucy Swithin, Bartholomew’un borsa simsarı oğlu Giles Oliver, Giles’in eşi Isa Oliver olarak öne çıkar. Her yıl geleneksel olarak bu konakta düzenlenen bir temsil/tiyatro gösterisinin olduğu günde başlar öykü ve sadece o günü anlatır. Giles ve Isa’nın arasındaki ilişkinin çatırdaması ana hikâyeyi destekler. İki çocukları olsa da -George ve bebek Karo- Isa’nın, evin gelini, daha eserin başında çiftçi Rupert Haines’e duyduğu tutku bunu açık eder: “Ama bu adamın yıpranmış yüz çizgilerinden her keresinde gizem duymuştu, suskunluğundansa, tutku. Tenis maçında da kermeste de.” (Sf. 12) Isa’yı merkeze koyar tutkudan doğan bu nefreti. Temsil için Londra’dan dönen Giles’in ilgisini davetsiz misafir Mrs. Manresa çekecektir sonrasında. Mrs Manresa ve yanında getirdiği genç adam William Dodge eserin duygusal sürüklenmelerini tetikleyeceklerdir. Giles şöyle düşünür hatta: “Neden Mrs Manresa gibi pırıl pırıl bir kadın, böyle ipsiz sapsızları takar kuyruğuna -yani Dodge gibileri?” (Sf. 49) Bu duygusal sürüklenmelerin ana doku içindeki rolünün büyük olduğu söylenemez. Belki de Giles Oliver’in eserdeki tek varlık sebebi, edilgen de olsa, savaş gerçeğine metnin iki yerinde yaptığı göndermedir. Bunun da yazarın niyeti doğrultusunda mühim ve yine ironik bir detay olduğunu söyleyebiliriz: “Daha o gün, trende aldığı sabah gazetesinde, körfezin öte yakasında, onları anakaradan ayıran düzlükte on altı kişinin kurşunlandığını, birtakım insanların tutuklandığını okumamış mıydı?” (Sf. 46) Bunu söylese de, üstünü değiştirir, düzene uyar.



 

MISS LA TROBE’NİN OYUNLARI: AYNALAR-AYNILAR

Hâkim anlatıcı tarafından aktarılan -kendi kişisel yorumlarını katmaktan çekinmeyen, muzip- eserde Miss La Trobe isimli, Patroniçe lakabıyla adlandırılan yönetmenin sahneye koyduğu tiyatro gösterisi eserin 71. sayfasında başlar ve son âna dek kurgu içinde kurgu işlevini görür. Ne var ki İngiltere tarihinden üç kesitin sergilendiği oyunların göndermelerini ve tarihi altyapısını kavramak güç. Bu noktada çevirmen Özlü’nün de dediği gibi, romanın tadını çıkarmak için “alıntıların kaynaklarını bilmek, yani iyi bir edebiyat okuru olmak” şart. Yine de köy seyirlik oyunları tadında vücut bulan her bölümün sırasıyla; romantik Shakespeare sahnesini, Restorasyon dönemi eleştirisini ve Viktorya döneminin karmaşık sosyal geleneklerinin trafiği yönlendiren bir polis memuru olarak tasvir edilmesini konu ettiğini söylemek gerekir. Bir kız çocuğunun proloğu ile açılan eserin, günümüze uzanan kapanış kısmında seyircilere “ayna” tutularak sona ermesi, seyirciyi rahatsız eder. Oyunun bir köy konağının taraçasında sahnelenmesi, oyuncuların köydeki amatör kişilerden seçilmesi, bazen seslerin duyulmaması, repliklerin unutulması, verilen aralarda seyircilerin sağa sola dağılmaları ve zar zor diğer bölüme yetişmeleri bu “oyun” kurgusunun ironik yönüdür. Yağmur yağarsa oyuncuların oyunu bir ambarda oynamayı planladıklarını (Sf. 30) bile görürüz. Dışarıda gerçekleşen oyunda, oyuncuların yeşillikler arasında üstlerini değiştirdiğine tanıklık ederiz bir yandan da. Tüm bu tuhaf olaylar arasında, Miss La Trobe tüm enerjisini oyunun başarılı sürmesi için harcar. Seyirci buna hazır mıdır, tartışılır. Yönetmen, karakterlerin bütününde görülen hayal kırıklığını hisseder kapanıştan önce: “Seyirciler, şeytandan beterdi. Seyircisiz bir oyun yazılabilse -asıl oyun.” (Sf. 155) Sonrasında, beklenen, yağmur yağar ve sembolik bir görev görür esasen. Sağanak olur bastırır. Kirleri, sahtelikleri temizler: “Dünyadaki herkesin gözyaşlarıyla boşaldı sanki.” (Sf. 155) Aynalar gelir ardından oyuncuların kavradığı. Aynalar, seyircilere asıl oyuncunun kim olduğunu göstermek niyetiyle dans ede ede, oynayarak ve görüntüyü kırarak seyircileri işaret eder. Virgina Woolf’un net bir şekilde, savaş atmosferiyle birlikte güçlenen aşırı milliyetçi yaklaşımlara bir tepkisi olarak okunması gereken bu satırlar ironi dozunu artırır: “Demek buymuş kadının bize oynadığı oyun! Bizleri şu anda nasılsak öyle göstermek.” (Sf.160) Aynanın, yansıtıcı yönü itibariyle, bireyin kendisiyle yüzleştiği bir nesne olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunu kurgu -roman- içinde yer alan bir kurguda -tiyatro- görmek metnin çok katmanlı yapısını ortaya çıkarır. Oyunun sonucunda toplanan paranın kilisenin elektrik sistemini açtırmak için kullanılması ve en sonda selamlamak için sahneye Patroniçe yerine Papaz G.W. Streatfield’in çıkması eserin ironik yapısını kuvvetlendirir: “Evet, rollerimiz değişik, ama aslında hepimiz aynıyız” (Sf. 166) sözlerini sarf eden Streatfield asıl oyuna, hayata, gönderme yapar. Seyircilerin kafası karışmış hâlde oyundan bir anlam çıkarma çabaları ile devam eder metin. Bu kısımları bilinç akışına yakın cümlelerle, ama tam olarak öyle değil, kişiden kişiye sıçrayan ve zaman zaman sözü devralan anlatıcı ile kurgular Woolf. Belki de yazarın yansıması olarak ayna görevini üstlenen bir oyun yazarı/yönetmeni ile kendi metin eleştirisini yapmaya yeltenir, üstkurmacaya başvurur. Oyun esnasında çalan gramofonun bir leitmotif ekseninde seslendirdiği “Darmadağınız” (Sf.170) vurgusu tekrar eder sürekli. Ayna parçalarının parçalayarak gösterdiği savaş toplumu insanlığına dair bir tespittir sunulan. Bu tespitin ışığındaki oyun biter burada ama sona ermez, yeni/den başlamıştır bir bakıma.

 



PERDE ARASI’NIN VIZILTISI: YANSIMALAR-BARBARLAR

Bütünlüğün olmaması eserin kurgulanışında da dikkat çeker. Bölümlerden oluşmayan Perde Arası, ara vermez, farklı metinlerden montaj olarak esere eklenen parçalar (şiir, tiyatro, roman kesitleri) ve bir karakterden ötekine geçen anlatıcı seçimi dağınık bir görüntü sunsa da bir ayna işlevi gören yansıma sözcükler romanın dengesini korur: “Daha hızlı, daha da, daha da hızlı vızıldamış, vızlamış, bütün sesler tek bir vızıltıya döndüğünde vız diye havalanmıştı uçak.”  (sf. 20) Pastoral tasvirlerle zenginleşen eserdeki doğanın varlığı mana bulur bu sayede: Yansıtmak ve bütünleştirmek, parçalanmakta olanı. Doğadaki varlıkların çıkardıkları seslerin taklidi yoluyla oluşan bu kelimelerin yanı sıra yazarın diyaloglar arasına bir eko/yansıma mahiyetinde yerleştirdiği iç konuşmalar da bu dengeyi güçlendirir. Metindeki kaotik yapıda bir bütünlük oluşturur, tiyatro oyunundaki ayna sembolünün işlevini derinleştirir. Perde Arası’nı “yansımalardan oluşan bir ayna ya da oyunlardan oluşan bir yansıma” şeklinde nitelemek mümkün olur böylece.

 

Yansımanın hayat bulduğu en önemli karakter, nefretinin onu metnin merkezine taşıdığını ifade ettiğimiz Isa olur. Aynada gözlerine döndüğü ve Rupert Haines’e âşık olduğunu düşündüğü sahne (Sf.20) romanın yansımalarla bezendiğinin nişanesidir adeta. Isa’nın ağzından dökülen, önemli şahsiyetlere ait şiirsel dizelerle bir şahıstan çok yansımaya dönüşür Isa. Metin üstü bir hâl alır. “Bizler daha barbarken” (sf.32) cümlesindeki barbar insan vurgusunu pek çok kez yapar ve darmadağın olmuş  insanlığı eleştirir. Diyaloglar arası yansımaların merkezine oturur: “Giles, kan lekeli tenis pabuçlarına indirdi gözlerini. ‘Kahredici bir mutsuzluk çekiyorum,’ dedi (içinden). ‘Ben de,’ yankısı geldi. Dodge’dan. ‘Ben de, ben de,’ diye düşündü Isa.” (Sf. 152) Isa’nın oyunun merkezinde olduğunu görürüz böylece. Hatta “Şu oyun kafamdan bir çıksa” (Sf. 101) diyen Isa, hakiki oyunun nerede olduğunu görmemizi sağlar. Yazarın son cümleleri Isa ile Giles’i işaret eder ve de bizi, okuru: “Sonra perde kalktı. Konuştular.” (Sf.189)

 

----

Perde kalkar yavaşça, ayna belirir. Paramparçadır suretimiz, gülümseriz bin parça. Etrafımıza bakınırız, kimseler yoktur, rahatlar, nefes alırız, kendimiz oluruz ilk defa. İlk defa dokunuruz aynaya, parçalarımızı severiz. Isa sokulur yanımıza. “Senden/sizden nefret ediyorum ve size âşığım” der. Gülümser. Hangimize, bin parçayızdır, güleriz hâlimize.

 

 

KAYNAKÇA

Woolf, Virgina. Perde Arası. Çev. Tomris Uyar. Can Yayınları: İstanbul, 1992.

 

 


No comments:

Post a Comment