July 22, 2013

İsyan

Kafasını gökyüzüne kaldırırdı İsyan. Saman sarısı bir pantolon giyerdi hep. Yere tükürürdü ama bu öyle basit bir iş olmazdı onun için. Gökyüzüne doğru tükürür, üstünü başını sıvıya belerdi. Bir kahkahası vardı tuhaf: Vücudu boğum boğum katlanır, akordeon gibi titrerdi boynu. Yine gökyüzüne doğru çevrilen kafasını bir titreme alır, hain ve ağız dolusu bir kahkaha sarardı İsyan’ı. Kusar gibi. Kuşlar gibi. Dişlerini görürdük, çürük. Kenetlenen küf pas içinde sarımsaklara benzerdi dişleri. Sadece gökyüzüne bakınca neşelenirdi garip.

O yaz büyük bir kuraklık oldu beldede. Suyu bulamaz olduk. Analı çocuklu tüm mahalleli çılgına döndü. Çeşme başlarında kavgalar peyda oldu. Bir tarafta katmer gıdılı Neşide Ana, muhtarın eltisi Serap’ı ters düz etti: “Su benim le.”  Öte yanda sivri kulaklı kara köpek, çelimsiz bir tekiri hakladı. Belde birbirine girmişti. Çıplak bebeler “su” diye ağlaşıyor, zalim analar oklava ve terliklerle balalarını tertibe sokuyorlardı. Zor zamanlardı.

Biz mahallenin bitirim delikanlıları, evden bir ton azar işitsek de beldenin yegane mekanı olan Gürbilekler’de keyif çatmaya devam ediyorduk. Susuzluk, sessizlik oluyordu hanelerde. Sokaklar, sağdan soldan fırlayan yeşilliklerde titreyen böceklere kalmıştı. Aslında, o gün yine İsyan’ı oynatacak, sonra ona biraz yemek ve su (yoktu) verecektik. İleride belirdi. Kafasını iki yana sallıyor “Allah!” diye bağırıyordu. Yusuf ayaklandı: “N’oluyor le bu deliye?” Bilmediğimi söyledim. İsyan’ın elinde koca koca kara taşlar vardı. İricesini Mümtaz’a fırlattı bir kol hareketiyle. Mümtaz bağırdı: “Yandım Allah!” İsyan, o an gökyüzünü aradı gözleriyle. “Allah ya” deyiverdi çarçabuk. Korku sardı herkesi. Bağırıyordu Mümtaz. Alnından süzülen koyu kanı gördüm. Başını elleri arasına almış inliyordu zavallı. Yerde bir iki çırpındıktan sonra bayılayazdı. Yardıma koştuk. “Haydin su getirin le!” Arap’ı hiç böyle bağırırken görmemiştim. Yoktu su. İsyan, ötede üstündeki parkasını silkeleyerek gökyüzüne gülüyordu.

Kimse sokağa çıkmaz oldu o haftalarda. Şans bu ya, öteberici Layloncu Nahit Emmi’yi gördüm bizim evin sokağında. Boncuk boncuk ter akıyordu yüzünden. Oğlu Mümtaz’ı sordum. Duymazlıktan geldi ve arabasını iteledi. Kızgın ve meraklı bir şekilde mezarlık yoluna attım kendimi. Güneş neden yakıyordu? Yağmur neden yağmaz? Ağzı kömürden kara bir it yanaştı mezarlık kapısına. Kulaklarını devirerek diş biledi. İsyan’ın dişlerine benzettim bunları. Üstüme atıldı ve paçamı yakaladı namussuz. Etimi kaptı o keşmekeş içinde. Bir “Ah” çektim ki yanımda kimi göreyim: İsyan. Beni kenara itti ve üzerimdeki köpeği kucakladı. Şefkat dolu bir öpücük verdi o kara ağızlı ite. Köpek duruldu ve hırıltısını kesti. Dakikalarca bakıştılar birbirlerine. Bir oldular. İsyan’dan ilk kez o gün korktum. Mezarlık kapısından usul usul girdiler içeri. Ben soruyordum hala: Köpek neden ısırır?

Evden çıkamadım iki hafta. Köpeğin dişlediği yer sızlıyordu her daim. Arap, bu nekahet dönemimde beni yalnız bırakmayan arkadaşlarımdandı. Biraz hoşbeşten sonra esas konuya girdi. Mümtaz, sakat kalmış. Aldığı darbe sonucu bir beyin kanaması yaşamış. Şu anda sol tarafı felçmiş. Gözlerim, susuzluğa derman olmayacak tuzlu sular döküyordu. Hep o İsyan yüzündenmiş. Ahali onu arıyormuş. Zaten bana da köpekle saldırmış. Geçen bir bahçenin yanında yerlerde sürünerek “Allah, ya” diyormuş. İki küçük çocuğu korkutmuş da veledin biri dereye atlayıp bacağını kırmış. Ne diyeceğimi kestiremedim. Son bir söylentiye göre beldeye gelen su vanalarını da o parçalamış. Dört saatlik mesafede Çoban Ali görmüş. Her yer sulak. Dağ taş şakır şakır su kaynıyor. Bataklığa dönmüş dağın öte yüzü. Boruların orda da İsyan’ı enselemiş. Kitaba el basmış da yemin etmiş. “Öyle üstünde kara abası vardı bey. He. Gördüm. Boruların üstünde çekirge gebi zıbıklardı. Bağırdım, küfrettim. Getti.”

Rivayetler son bulmadı. Çalkalanıyordu ortalık. Susuz zihinler, namussuz işler yapacaktı şüphesiz.

Karar alındı. İsyan’ı jandarmaya haber vermeden temizleyecekti Layloncu Nahit Emmi. Çok kızmıştı olanlara. Sakat kalan oğluna mı yansındı yoksa susuz kalan ev halkına mı? Bu arada, ilçeden her gün bir tanker dolusu su geliyordu deva niyetine. Tanker başında da benzer teraneler. Kavgalar, gürültü patırtılar. Yaralanmalar oldu hatta. Düşmanlıklar, uğursuzluklar çoğaldı. Kana susayanlar arttı.

İyileşmiştim nihayet. Olacakların acısı içime sinmiş, beni yatakta komamıştı. Belde çıkışına yürüdüm yayan. Bacağımdaki sızı içimi yaktı hafiften. Kurtaracaktım İsyan’ı.

Halk çoktan çıkmıştı dağlara. Sloganlar atılıyor, lanetler yağdırılıyordu İsyan’a. Artık beni tutmaz hale gelen dizlerime direnemedim. Köşeye yığıldım.

Sesler geliyordu kulağıma: “Ölecek, ölecek yüzümüz gülecek.” Bir ağızdan ve coşku ile söyleniyordu sözler. Görmedim ama işittim her şeyi. Baygındım. “Yapmayın, suya atmayın le” Görmedim ama gözlerini hayal ettim. Kafası gökyüzüne dönüktü yine muhtemelen. Bir el ateş sesi geldi. İçim durdu. Daraldım. Zelzele gibi. Boğum boğum. Kahkaha gibi. Köpeğin, o kara ağızlı itin, feryadını dinledim. Kalabalık daha bir coşuyordu adeta. “Su su, öldürün deyyusu.” Acımazsız kitle. Anam, babam, komşular ve herkes. Arkadaşlarım. Seslerini tek tek işitiyordum. “Aman” diye bağırdı İsyan. “Yandım.” Köpeğine atıldığını, onu sardığını, kara ağzını ıslak dudaklarıyla öptüğünü düşündüm.

Beni görmediler.

Anam da elinde bir çalı ile çıldırmıştı: “Oğlumu da alıverdin şeydan!” Herkes “şeytan” dedi. Sopalar gökyüzüne kalktı. Aynı İsyan’ın başı gibi. Sopalar yeryüzüne döküldüler, yağmur benzeri. Bırakmadılar Nahit Emmi’ye İsyan’ı. Parça parça ettiler bedenini. Hamura döndü cesedi. Toprağa yayıldı kanı ile beraber. Gökyüzüne dönük başını da devirdiler yere. Gözlerinde biriken tuzlu suları saçtılar dört bir yana. Bağrışıyordu herkes, dağın öte yüzündeki suya fırlayanlar vardı. Birbirlerini ezenler, sevdiklerini üzenler, suyu süzenler vardı bir de. İsyan’ın bedeninden kalanları da azman köpeklere yedirdiler. Saman sarısı giyitini kan karası ettiler.

Beni görmediler.

Suyun civarında eğlenceler, gırgır şamata gırla gidiyordu. Suda serinleyenler, kap kaçağa su dolduranlar, güreş tutanlar oldu. Aralarından süzüldüm. Mümtaz’a denk geldim su kıyısında. Gözlerimizi denkledik. Felçli omzunun üstünden beni süzdü. Kafasını titretti, bağırmaya çalıştı. Sandalyesini tekmeledi bile isteye. Beni ele verecekti. Kimse görmedi beni. Suyun doldurduğu sulağı hızlıca geçtim. Saatler sonra mezarlıktaydım. Kimse yoktu etrafta. Ağzı kömürden kara it ve İsyan can bulmuşlar, bana gülümsüyorlardı.

Yağmur yağdı, bir yağmur. Küfe küfe, dağ dağ, oluk oluk yağmur. Bıçak darbelerini andırıyordu. Acımasız, buranın insanları gibi. Telef ediyordu yağmur. Acımıyordu. Acımak yorardı. Yağmur, paramparça ediyordu zemini. Toprağı deşiyordu, bitkileri ve hayvanları leş ediyordu. Sokakları izledim. Bataklık olmuştu belde. Yağmur, öbek öbek dökülüyordu. Başımı gökyüzüne çevirdim o an. Simsiyah bulutların arasından yağan mermiler. Onlara döndüm. İsyan ve köpek de başlarını çevirdiler gökyüzüne. İsyan’ın yüzünde kahkaha görmedim bu kez. Köpek, sivri dişleri ile İsyan’ı parçalıyordu ve İsyan, kanına yağmur karıştırıyordu. Yine bir titreme aldı İsyan’ı. Kusar gibi. Kuşlar gibi. Bu seferki kahkahadan değildi. Elimi uzattım. Yükseliyordu kuşça.

Kanat olmuştu kanları. Kandan kanat.

Başımı çevirdim gökyüzüne. Dinen yağmura ve güneşe giden İsyan’a seyirci oldum. Boğum boğum kahkaha attım. Haince. Sesimi zor toparladım ve mırıldandım:

-Allah, ya!



22.07.2013 05:40





No comments:

Post a Comment