July 17, 2013

Koşu Yolu

Sivri burunlu küstah kukla, bir ayağını kafasına kadar kaldırır. Siyah ayakkabısı, kırmızı kukuletasına değer. Kırmızı, mavi ve beyaz karışımı elbisesi eskir durmadan. Mordan bozma iplerle bağlı olduğu tahta düzeneğe efsunlu gözlerle bakar. Saçları sarkar ve gözlerini kör eder.

Kendini spora adamıştı. Yüz elli iki kiloydu ve son iki ayda on üç kilo yitirmişti. Saçları ensesinde biterdi. Her gece düzenli olarak spora geliyor ve yürüyordu.

Onu orada gördüm. Kırmızı, mavi ve beyaz karışımı bir elbisesi vardı üzerinde. Yüz elli kilo kadar ederdi. Anlamsız bir neşe saçıyordu etrafa. Koşu yolunda rekora gidiyordum: Durmadan koşulan mesafeler… Ne zaman koşuya çıksam hep bir köşede onu görürdüm. Yüzünde yanlış kesilmiş bir gülümseme. İğreti. Uzun adımlar atıyor ve başındaki kırmızı beresini kolluyordu bir yandan. Yanından geçtiğim an suratıma bakıyor ve beni tanımaya çalışıyordu. Kırıtıyordu besbelli. Sanırım kızdı. Kilo insanı şaşırtıyordu.

Kukla. Papyonunu da takar. Tahtanın bir çıtası hafifçe yukarı kalkar. Kuklanın sol ayağı yere iner usul usul. Kuma düşer kukla. Kum kuklası olur. Ter toz içinde kalır. Kör kum kuklası. Boşa değildir ilk harflerin k olması.

Yanıma yanaştı yağmurlu bir günde. Ben hafif bir tempo ile koşu yapıyordum. Kumları titrete titrete geldi sol yanıma. Sanırım güldü. Ağzı, dipsiz bir kuyu gibi göründü karanlıkta. Üstündeki kırmızı, mavi ve beyaz karışımı elbisesini çok seviyordu anlaşılan ki ben pek hoşnut değildim bu kuşamdan. Saçında mordan bozma ipler, kurdeleler vardı. Koşu yolunun kenarlarına sıralanmış ışıklar yüzüne vurduğunda suratını seçebildim. Sinirli görünüyordu. Neşeliydi. Nasıl oluyorsa oluyordu işte. “Sen de mi koşuyorsun?” şeklinde bir cümle fırlattı bana. Yere yuvarlandım. Kafamı çevirmeden cevapladım: “Daha yeniyim.” “Hmm” gibi böğürmelere yeltendi. Hızımı artırdım dönemeçte. Arkadan zemini sarsan ayak sesleri duyuluyordu. Derin bir oh çektim ve kaçtım.

İki asık suratlı bekçi, yerden çöpleri toplar; ellerindeki sivri çöp alma aletini, topraktaki cansızlara saplarlar. Kukla da cansızın tekidir. Karnına saplar biri, kahkaha atar. Kara ayaklarını kırar diğeri. Zalimler. Burnunu yontar, kukuletasını parçalar, papyonunu berbat ederler. Kör kum kuklası, iplerinden olur.

Bir hafta boyunca koşu yoluna gelmedi kız. İlginç bir şekilde onu düşündüm. Böyle şişman insanların hayata olan bağlılıklarını değerlendirdim, saçma muhasebelere giriştim. Bindiğim otobüste salak salak kola içen bir çocuğa bağırdım. Çocuğun alık bakışlarını özümsemeden annesini de haşladım. “Şu çocuklarınızı adam gibi eğitin.” Kadın, masumane başını önüne eğdi ve ilk durakta indiler. İnişleri uzun sürdü, çünkü çocuğun tek ayağı protezdi; benim de kalbim. Kendime gelemedim uzun süre. İki hafta uykusuz kaldım. Adını bile bilmediğim, şişman ama umutlu kızı düşündüm.

Buralardan gitmeye karar verdim.

Son bir koşuya daha ihtiyacım vardı. Sonra terk edecektim bu beldeyi.

Koşu yoluna çıktım. Biraz turladım. Arkamda bir gölge zuhur etti. “Ben Zerk.” Kızın kardeşi olmalıydı, aynı kıyafetlere bürünmüş lakin bir o kadar güzel kalabilmişti .Şaşkınlıkla durakladım: “Ne biçim bir isim bu?” Bilgece cevaplar veriyor ve beni alt ediyordu. Yine de ilgimi çekemedi. “Kardeşin nerede?” Uzunca düşündü. “Ben o’yum desem inanacak mısın?” Sohbet saçma bir mecraya doğru gidiyordu. “İnanabilirim aslında, çok da umursamıyorum.” “O halde sıkı dur, ben onun annesiyim.” Güldüm. “Ben de babasıyım galiba. Neyse defol git de koşayım insan gibi.” Bastım gaza ve eve gittim güç bela.

O beldeden uzaklaştım. Başka bir insan kalabalığına karıştım. Üstünden birkaç ay geçmiş olmalı. Koşu yolu buldum kendime. Koşmaya başladım ama eski halimden eser kalmamıştı. Kilo alıyordum sürekli. Kenarlara devriliyor, nefes alamıyor, bağırıyor, ağlıyordum…

Artık şişko bir kuklaya dönmüştüm. Ellerimi dahi oynatamıyordum yatakta. Nefesi bile idareli kullanıyordum. Kapı çalındı ve açık kapıdan içeri Zerk girdi. “Kardeşim” diyerek üstüme atıldı. “O, bir daha gelmedi ve gelmeyecek.” Ne konuşuyordu bu aptal? “Kimden bahsediyorsun sen be?” Zorlukla konuşmuştum. “Kimden olacak be, senin bir kere konuştuğun delikanlı. Adı neydi?”  Kanım dondu. Tüm gücümle bağırdım. Diken diken olmuş tüylerimle. “Ben kimim?” “Nasıl ben kimim, sen Terk’sin.” Kat kat göbeğimde bir sızı vücut buldu. “Bu boktan isim ve aşırı iri bedenle ne işim var?” Son nefeslerimi de hunharca tüketmiştim. Yatağa gömüldüm.

Kenarda kırık kukla, bir ayağı protezdir artık. Burnu, papyonu, kırmızı, mavi ve beyazdan oluşan elbisesi protez. Bekçilerin ettiği.

Gözlerimi ne zaman açtım bilmiyorum. Zaman mefhumu yitmişti. Kendimi büyük kitaplıkların olduğu, tıka basa üniversite hazırlık kitabı ile dolu olan bir sahafta buldum. Sahibi olan avanak yine konuşmuyor, hareket ediyordu. Pis bir sırıtması vardı besbelli. Çok dardı iki raf arası mesafe. Geçemiyordum. Gözlerimde biraz yaş birikti. Tarih kitaplarının olduğu yerde Terk’i gördüm o an. O halde ben Terk değildim. Yaşasın! “Herkese benden bir kitap!” diye haykırdım. Tozlu raflardan fışkıran kitaplar üzerime devrildi. Rezonans etkisi. Kitapların altında, yaşamın altında kaldım. Sahafın sahibi pis bir sırıtma ile üzerime basa basa geçti ve yeni açtığı çuvaldaki kitapları istifledi. “İmdat” dedim. Bu söz etkiliydi. Arapçadan geliyordu ve kurtarıcı bir niteliğe sahipti. Terk, bir ayağı protez, yanıma kadar sokuldu. Gözlerini devirdi ve üzerime düştü. Dükkandaki tüm kitaplar devrildi. Dükkan devrildi ve yandaki boşluktan aşağıya düştük. Sahafın sahibi, geri zekalı adam hala kitap istifliyordu. Bina üzerimize devrildi. Üzerime bir daha Terk düştü.

Kukla, açar gözlerini hastanede. Kırılan kemikleri ve protez her yeri… Burnu yine var yerinde. Mordan bozma ipleri.

Terk, ölmüştü. Onsuz kalmıştım. Zerk, doktordu ve döktürdü beni kurtarmak için. Terk’in tüm organlarını bana takmıştı beni kurtarmak için. Yüzünü bile nakletmişti. Beni, Berk’i katletmişti. Ben artık Terk’tim.

Yıllarca,mordan bozma iplere bağlı, kırmızı, mavi ve beyaz renkli elbisemle yaşadım. Gün geçtikçe kilo alıyordum. Koşu günlerim başlamıştı çaresiz. Onu orada gördüm. Kırmızı, mavi ve beyaz karışımı bir elbisesi vardı üzerinde. Yüz elli kilo kadar vardı. Anlamsız bir neşe saçıyordu etrafa. Koşu yolunda rekora gidiyordum: Durmadan koşulan mesafeler… Ne zaman koşuya çıksam hep bir köşede onu görürdüm.

Bir şeyler başa sarmıştı. Zerk’e seslendim: “Zerk, dün bir çocukla tanıştım koşu yolunda!” Zerk, anında yanıtladı. “Zerk mi? O ne biçim isim be!”

Çok titriyordum; iplerinden azat edilmiş bir kukla gibi. Titriyordum çok; kör kum kuklası misali.


17.07.2013 01:57



No comments:

Post a Comment