August 02, 2015

BAZARHAV

O aralar çulsuzduk anlayacağın, işler yolunda gitmiyordu. Üç beş çakal ekmeğimize mani olmuş, tezgâhımızı devirmişlerdi. Ben daha dirayetli olsam da Fehmi aç kalmış bir it kadar hüzünlenirdi. Her şeye. Alay ederlerdi onunla, sarakaya alırlardı. Ses etmez, susar, sanki patileri varmış da ve sanki patilerinin içine gizlenmiş ve asla belirmeyecek keskin tırnakları varmış da asla onları çıkarmayacakmış gibi kendi içine gömülürdü. “Fehmi, bak, çiçek kırılmış” derlerdi. Ağlardı. Ben okey oynamaya devam ederdim. Bir yandan da Fehmi’yi izler, abarttılar mı basardım kalayı. “Bırakın çocuğu. Senin de aklına turp sıkayım Fehmi. Öğrenemedin mi? Anam avradım olsun akort ederim sizi…” Ben küfrü bastım mı, Fehmi’nin ağlamaklı yüzü durulurdu. “Fehmi, sinek nalları dikmiş” derlerdi. Yüzünü patileriyle örtmeye çalışırdı. Öfkem artardı. “Angutlar, adamın apandisitini alırım ha!” Suskunluk çökerdi kahvehanenin tavanına ve okeye dönülen yağmur damlası desenli, kahverengi masa örtüsündeki sigara yanıklarına damlardı sessizlik. Dakikalar sonra yine Fehmi ile kafa bulmalar, Fehmi’nin gözündeki yaşlar, bozulan asabım, geçen günler…


Amorti vurmuyordu bize.


Fehmi, heyecanla çıkageldi. “Ağabey, ağabey…” Dikkatle baktım yüzüne, eli ayağı titriyordu. “Fehmi, öksüz bir çocuk ölmüş” dedi bayır turpunun biri. Dudaklarıma tutunmuş sigara düştü ve masa örtüsünde yeni bir iz oluştu. “Ağabey, dinle.” Kahvehane halkı şaşkınlık içindeydi. Fehmi duyuyordu anlatılanı ama önemsemiyordu. Bayır turpu sağa sola bir iki el hareketi çekti, sol elini sağ kaşının hizasına kadar getirdi, dilini çıkarıp konuşmasını süsledi. “Fehmi, oğlum, sana diyorum, fazla kokain çekmekten uçmuş çocukcağız. Bir görsen…” Fehmi’ye çevrildi tüm bakışlar. Titrek eller çay bardaklarını kavrıyor, gözler Fehmi’yi içiyordu. Kâğıtlar alışkanlıkla hızlı hızlı atılıyor, taş sesleri soluk alışlardan daha kısık kalıyordu. Tüm bakışlar Fehmi’deydi, tümü. Çaycı Hafız da bakıyordu. Bir eliyle iyice klorladığı eskimiş çay bardaklarını ovuşturuyor, öteki eliyle cukkaladığı bozuklukları sayıyordu. Çaycı Hafız’ın günün birinde getirip çay ocağının tepesine kondurduğu, büyük ihtimalle, bir İspanyol generalin yağlı boya tablosunda resmedilen general de bakıyordu Fehmi’ye, yeşilli, karalı, beyazlı renkler içinde. Gözleri biçimsizdi, sol gözü sağdakinin iki misliydi. Uzun bir burnu vardı. Omuzlarından şıkır şıkır akan metal nişanlar dirsek hizasında eriyor, kayboluyordu. Tablo ilk geldiğinde herkes ne yapıp edip Hafız’a laf koymuştu: “Bu çakalozu nereden buldun Hafız?” “Baban mı?” “Vızıltıyı al götür, cenabet cenabet bakmasın.” “General, bize tavşankanı!” “Lordum, senin oğlan çayı leş yapmış.” Hafız bize generali nereden bulduğunu hiçbir zaman söylemedi ve sözlerimize kulak asmadı. Gel zaman git zaman generale alıştık. Şimdi ise gözler Fehmi’deydi. Üstü islenmiş, göz bebekleri silinmiş general de bakıyordu ona, kahvehane kapısının girişindeki çatlaktan sızan ve erzak taşıyan yüzlerce karınca da. İnce bacakları ile tek bir canlıymışçasına hareket ediyorlar, toprak rengi vücutlarıyla bir ip olup uzanıyorlardı. Ne yaptıysa kâr etmemişti Hafız, limon koymuş, kapı önünü betonlamış, taze nane yaprakları serpiştirmiş, tuzlu su dökmüş olmamış, olmamıştı. Karıncalara da alışmıştık. Fehmi, ay gibi ışıl ışıl gözleriyle bana bakıyor, gülümsüyordu. Nefeslendim. Çayımı tek dikişte hakladım. “Anlat, Fehmi” dedim. “Küçük bir köpek yavrusu buldum yolda. Mükemmel!” İçeride bir kahkaha tufanı koptu. Yüzüm düştü. “Ulan salatalıklar ne gülüyorsunuz? İnsafsızlar!” Sağ elimi yumrukladım ve sertçe masayı dövdüm. Çay bardağı sakat bir kuşa dönüp yere düştü. Kırıldı. Küçük kız çocuğu misali sesler çıkardı, kanadı kırıldı bardağın, paramparça oldu. Hafız, öfke ile homurdandı. “Pardon, baba.” Yutkundum. “Oğlum, Fehmi. Kıçımızda don yok. İte nasıl bakacağız?” Başını önüne eğdi. “Öyle güzel ki ağabey, gökyüzü kadar güzel.” Başımı kaldırınca gördüğüm tek şey tepemde vızıldayan arsız sineklerdi. “Yine tersoya düşeceğiz ya, neyse. Getir bakalım akşam eve.” Dört ayağı üzerine düşmüştü Fehmi. Neşeyle fırladı mekândan. Sağ elimi bilekten çevirerek inceledim. Kader çizgisiymiş, talihmiş, peh! Ağzımda birikeni tükürdüm içine. Bağırdım istemsiz. “Tın tın ötmeyin arkadaş. Çay yolla Hafız!” Generale öfke ile baktım. İçimden konuştum: “Seni araklamazsam be herif. Adam değilim!” Aklım karıştı. Yanımdaki avanağın tekine sordum. “Adam mıyım ben?” Sustu, eli ile dürttü, oyna, dedi. Dalmıştım, kükredi. “Oynasana! Hasan almaz basan alır.”


*****


Fehmi ile barakadan bozma bir kulübede birlikte kalıyorduk. Yazları sıcak ve sinek, kışları kuru soğuk ve öksürük içinde yaşayıp gidiyorduk. Eve getirdiği küçük köpek yoldaşımız olmuştu. Ben de sevmiştim onu. Bize talih getireceğine inanıyordum. Boncuk gözlerinin koyuluğu içinde bakımsız suratımı görsem de sabrediyor, güzel günlerin geleceğini biliyordum. Köpeğin adını koyan Fehmi oldu: Bazarov. “Ne biçim isim bu be oğlum?” “Ağabey, has bir isim bu. Babalar ve Oğullar romanındaki karakter.” Aklım almıyordu. Bilmezdim öyle şeyler. “Ben anlamam. Adı Fındık olsun. Köpek gibi köpek ismi. “ Günlerce konuşmamıştık. Bir gece rüzgârın sustuğu vakitte yanıma gelmişti Fehmi. “Bazarov, nihilist. Hiççi, yani, ağabey. Mutlu sonu reddediyor.” Sinirleniyordum. “Kıçımın kenarı, ne yapayım hiççi miççi? Neyime yarıyor? Karnımı doyuran o mu? Attırma o tüy torbasını!” Ertesi gece görmemiştim Fehmi’yi. Fındık da yoktu ortalıkta. Birkaç gün daha göremedim ikisini. Nereye gitmiş olduklarını adım gibi biliyordum. Biliyordum bilmesine ama gidip çağırmayacaktım, üstelik gelince de okşayı okşayıverecektim. Dayanamadım beşinci günün sonunda, Küçük Park’taki büyük ceviz ağacının tepesinde olduklarına emindim, oraya yollandım. Paslı lambaların cılız ışığında geçtim geceyi. “Çıkın, oğlum, çıkın. Tamam, senin istediğin olsun. Adı Pazoro muydu neydi o olsun.” Çıt yoktu. “Biliyorum, oradasınız, sövdürme sana da itine de. İnin aşağıya. Üçe kadar sayıyorum.” Yavaş yavaş saydım. Ağacı iri gövdesinden sarstım, üstüme düşen bir iki çiğ ceviz tanesi dışında yaşam belirtisi yoktu, yoktu kimse.


Döndüğümde kulübede buldum Fehmi’yi. Yüzünde derin kesikler vardı. “N’oldu oğlum? Anlat!” Alnına ıslak bir havlu koydum. Kesiklerde biriken kanı aldım. “Ağa… bey… O köpek, tehlikeli!” Alnını çevreleyen havluya bastırdım. “Bırak oğlum, köpek işte, tehlikesi ne olacak? Isırmış işte en fazla. Kuduz olma da.” “Tehlikeli, ağabey, seni öldüreceğini söyledi.” Duymamış gibi yaptım. “Sana diyorum ağabey, seni öldürecek!” Karpuz aşırmıştım bostanın birinden. Buz gibi dere suyunda soğutmuştum. “Ye şunu, konuşma daha fazla.” Ağzında eriyen karpuzu ve oradan sızan ateş böceği benzeri çekirdekleri izlemiştim. “Biz oyulmuşuz, bizim çocuk hayal dünyasında. Ulan, bizi felek öldüremedi. Köpek mi öldürecek!”


*****


“Başın sağ olsun kardeş.” “Derdi veren Allah dermanını da verir.” “İyi çocuktu Fehmi. Saftı, masumdu.” “Paçan sıkı olsun, evladım. Fani dünya.” “İmamın kayığına biz de bineceğiz, değil mi?” Göz pınarlarımda yaş kalmamıştı. Gelen geçen, eş dost teselli etmeye çalışıyor, Fehmi’nin zamansız ölümünü atlatmama yardımcı olmak istiyorlardı. Uyuyamıyordum geceleri, yüzündeki kesikler gittikçe kabarmıştı, kanlı irinlerden sarı sıvılar dökülür olmuştu, dudakları kurumuş, beyaz iplikçiklerle örülmüş ve oraya kurulmuş minik kurtçuklar peyda olmuştu. Ölecek kadar hâlsizdi. Şiddetle öksürdü kör bir gece. Keskin bir bıçak olup yardı karanlığı bu ölüm öncesi sesler. “Ağ…a” diyemeden bayıldı Fehmi, kucağıma aldım onu, sırtladım. İskelete dönmüştü çaresiz bedeni. Yağmura çıkardım, gökyüzünü ve ondan gelenleri severdi. Çok severdi. Yüzüne iri iri damlalar düştü. Yağmur, nur nur dökülüyordu. Zayıf gövdeli açık yeşil otlar da sebepleniyordu göğün suyundan. Fehmi’nin ağzının suyla ferahladığını gördüm. Yağmur, çamura döndü sonrasında. Bir anda oldu. Göz gözü görmez, akıl almaz oldu. Patır patır, gürültü ile döküldü çamurlar. Savruldum ötelere. Bağırdım, Fehmi’yi aradım. Her yanım çürük içinde kalmıştı, sürünerek ilerliyordum. Derken, canlı bir şeye temas etti ellerim. Çamurdan yağmur dindi hemen. “Pazaro sen misin? Öldün mü?” Köpeğin ölüsü yerdeydi. Öksürerek yanına yaklaştım. Yüzünde derin kesikler vardı. Afalladım. “N’oluyor yahu? Fehmi mi temize havale etti seni, it?” Böğrüne sertçe vurdum, nafile, ölmüştü hayvan. Fehmi’yi aradım, ortalıkta yoktu. Herhalde çamurlu, bitli yağmur onu da başka bir köşeye sürmüştü. Fehmi yok, eve geçtim çaresiz.


General’in tablosunun ne işi vardı duvarda? Aynıydı yine herif. Yeşilli, karalı, beyazlı renkler içinde. Gözleri biçimsizdi, sol gözü sağdakinin iki misliydi. Uzun bir burnu vardı. Dikkat etmemiştim şimdiye dek. Bu resimdeki general, Fehmi’nin birebir kopyasıydı. Evet, Fehmi’ydi bu. Belki babasıydı, muhakkak Fehmi ile alakalı birisiydi bu. Omuzlarıma konan sıcak ellerle kaynadı içim. Bildiklerimi unuttum. Başımı korkarak çevirdim. Başında general şapkası ile tablodan fırlamış Fehmi’ydi ardımdaki. İkilemeye çalışsam da kımıldayamadım. Ağzı oynamıyordu ama konuşuyordu: “Kurtardım seni asker. Şimdi doğru cepheye!” Anlamıyordum. “Anlamak yok asker, anlam yok, hiç bir şey yok, olsa olsa ‘hiç’ var.” Resme baktığımda donakalmıştım. Pazaro, Fındık ya da adı her neyse onun vücudu canlı mı canlı şekilde uzanıyordu resmin içinde. Havlıyor, öksürüyor, ağabey, diyor, diş gıcırdatıyor, ağlıyor, havlıyordu. “Öldün sen, asker, yoksun, öldün!” Kulağıma bunları haykırıyordu general. Ellerimle koca kafamı sarmalıyor, beynime sert sert zımbalıyordum. “Ölmedim, yahu! Yaşıyorum!”


*****


Çaycı Hafız, öfkeliydi günlerdir. Birisi gelip general tablosunu iç etmişti. Küfürler yağdırıyordu hırsıza. Çalacak başka bir şey mi bulamamıştı kansız? Zaten uyduruk bir tabloydu. Ben de Fehmi’nin ölümünün verdiği şoku atlatmıştım neredeyse, geceleri gördüğüm generalli kâbuslar sona ermişti. Hayat güzeldi. Ben çalmamıştım tabloyu, zaten beceremezdim. Öğleden sonra ortalıkta görünmeyen Hafız, elinde yeni bir tablo ile çıkagelmişti. Aynı yere astığı bu tablodaki yeni general, coğrafyası bozuk bir tipe benziyordu. Bendim, bu.  “Hav” dedim yanlışlıkla, hırladım, yanımdaki dürttü: “Oynasana! Hasan almaz basan alır.” Haklıydı. “Hem yüzündeki kesikler ne, enayi?” Yüzümü yokladım, kan akıyordu. Ulaya ulaya akıyordu. Kan akıyordu, kanakıyordu.



Sahi, adım neydi? “Pazarları Pazarov, diğer günler Bazarhav olsun. Hav.” Gülümsedim, kanı temizledim. 


No comments:

Post a Comment