July 18, 2015

ORHAN KEMAL // ESKİCİ VE OĞULLARI (1959)



Topal: Değişim, Bacak, Baba

“Topal Eskici sustu, sustu ama olmamıştı. Bağıracak, çağıracak, din iman, Allah kitap, kıyametleri koparacaktı. Koparamıyordu, koparttırmıyorlardı. Ne bok, ne içine sıçılası dünyaydı bu.”    (Orhan Kemal//Eskici ve Oğulları, sayfa 29)

"Sıcak, sinek, yağmur, çamur, ayaz... Hayat bu. Geçim derdi. Savaşmak lazım, savaşacağız!" (Kemal 43) diye seslenir büyük oğul, Orhan Kemal’in 1959 yılında kaleme aldığı Eskici ve Oğulları adlı romanında. Köyden kente göçün arttığı, ırgatlıktan işçiliğe uzanan sanayileşme adımları ile birlikte ucuz insan gücünün kullanıldığı, yokluk çekilen bir dönemedir bu sesleniş. Eskici Topal ve oğullarının öyküsüdür 373 sayfada nakledilen.

Yaşlı ve küfürbaz Eskici Topal, 1912’de Trablus’ta savaşmış, bir bacağını yitirmiştir. İki oğlu ile birlikte eskicilik yaparak sürdürür yaşamını. Şehir değişir, her an değişir. Eskici dükkânı ise varlığını korumaktadır. Bu çaba eserin giriş paragrafında şöyle aktarılır:

Betonunda bile otlar biten bereketli Çukurova topraklarının dört bucağından, inceli kalınlı kollar gibi uzanan tozlu yollarda, bir zamanlar develer, Bursa çift atlıları, çokluk da sabahlardan akşamlara, akşamlardan sabahlara dek gıcır gıcır gıcırdayan kocaman tekerlekli öküz, camız arabaları olurdu. Şimdilerde güçlü kamyonların benzin, mazot kokulu homurtularıyla çektiği; çuval ya da hararlar dolusu tohumlu, tohumsuz pamuk, arpa, buğday, çavdar, küncü, şifanın milyonlarla değerlendirildiği bu büyük, bu ünlü, çok eski kentin, ana caddelerinden birine paralel, bozuk parke taşlı bir sokağında, alt alta, üst üste dükkânların, daha çok kunduracı, bakkal, manifatura, berber dükkânlarının arasındaydı eskici dükkânı. Arasındaydı ama, sıkışmamıştı. Öteki dükkânların daracıklığına, ezilmiş, yamulmuşluğuna karşılık dükkân, cep ağızları sırma işlemeli İngiliz laciverdinden geniş şalvarı içinde, sedire yanlamış, sıra sıra altın dişini göstererek gamsız kahkahalar atan bir eski derebeyini hatırlatıyordu. (7)

Evet, dünya, ülke, şehir ve insanlar, araçlar, her şey, tümü değişim içindedir. Çukurova da bu değişimin sarsıntısını yaşar. Çukurova’da değişmeyen tek şey vardır: Sıcak. Sarı Sıcak. İnsanın içine işleyen, boncuk boncuk terleten bu sıcaktan ötesi mahkûmdur evrilmeye, başka bir ‘şey’ olmaya. Bunun farkındadır, eser boyunca bu adla anılacak olan, Eskici Topal. Zengin Resul Ağa’nın çocuğu olan, ufaklığı konaklarda, eğlencelerde geçmiş olan, bir doksan beşlik, yüz kiloluk, tahta bacaklı Eskici, bu değişim dalgasının onu çaresiz kıldığının da farkındadır ve bu nedenle, yokluk yüzünden, fazlaca öfkeli, fazlaca pişmandır. Eser boyunca tutamadığı sinkaflı dili yüzünden öfkelenir, argoya kaçtıkça, küfrettikçe daha bir köpürür, iş işten geçince sakinleşir, nedamet getirir. Dükkânının daraltılması ile ilgili bir isteğe verdiği yanıt, Topal’ın üslubunu anlamak için faydalı olabilir: "Paranıza sokim dümbükler!" diyordu. "Para zoruynan mekânımı mı daraltacaksınız? Dünyada mekân ahrette iman!" (8) Çoğu zaman engelleyemediği iğneli, acılı sözlerinin bedelidir pişmanlık. Argo kullanımının harikulade örneklerini sunan başkişi, küfretmeye yeltendiği anlarda sol bacağını kahpe bir İtalyan kurşununa kaptırdığını (9) düşünerek kendini teselli eder. Bu sövgü kültürünü oğlu Ali şu sözlerle destekler: “Yahu küfürün adını günah koymuşlar. Sövmeden insan rahatlayabiliyor mu ki?” (101) Sövse ve rahatlasa da içindeki dert başkadır eskicinin, Allah’a isyanı büyüktür. Çaresizliğe, yokluğa, hâlihazırdaki duruma isyanı büyüktür. Haykırır ve aslında öyküsünü özetler:

Olmazdı böyle Allahlık, böyle Allahlık olmazdı. Tut, güm güm gümüleyen, altın babası büyük çiftçi Resul Ağa'nın çiftliğinde dünyaya getirt, on yaşına kadar gak dedikçe et, guk dedikçe su, on yaşından sonra saçların Ashab-ı Kehf'te kesilip ağırlığınca altın dağılsın fakir fukaraya, nenelerin, baban, anan, emmin, dayın, teyzen üstüne titresinler, ele avuca sığma, palazlanınca sırtında sırma işlemeli tozkoparan cepken, bacağında laciverdin hasından şalvar, pırıl pırıl rugan çizmeler, altında bakla kırı halis Arap kan kısrak. Çukurova'nın tozlu yollarını gece deme, gündüz deme arşınla, nerde muhabbet var koş, kim nereye avrat kapatmış haber al, var, git, bas, vur, kır, meclis dağıt, sağa sola sarı lira saçmaya alış, feleğin çemberinden geç, sonra da bir harp, bir veba, mal mülk kapanın elinde kalsın, bardağı yirmi beşlik açık şarabı bile bulama. Olmazdı, böyle Allahlık olmazdı. Kendi bir kul, aciz bir kulken… (12)

Eskici Topal’ı böylesi bir öfke nöbetine sürükleyen değişim acımasızdır. Büyük oğlu, fabrikada işçi olarak çalışmaktayken işten çıkarılmıştır. Dokuma fabrikasının sahipleri, pamuğu ham madde olarak satmayı uygun görmüşler ama hükümetin gümrükleri açması sonucu dışarıdan bol bol iplik bez gelince rekabet edemeyip fabrikayı kapama noktasına gelmişlerdir. (25-26) Darboğaz, makinelerin artması ve insan gücü ihtiyacının azalması ile sürer. Eskici Topal, büyük oğlu Mehmet, küçük oğlu Ali bir arada, eskici dükkânında çalışırlar ancak kazançları dokuz boğaza bakacak kadar çok değildir ve bu da sinirlendirmektedir eskiciyi: Eskici Topal, Topal’ın karısı, oğulları Mehmet ve Ali, kızı Zeliha, Mehmet’in üç çocuğu (Ayşe, Cavit, bebek) ve karısı.

Çaresizliğin pençesindeki Eskici Topal, oğulları ile de kapışır durmadan. Büyük oğul kabullenici, sessiz bir tavır takınırken, küçük oğul babası gibidir. Sözü ağzında durmaz, hiddetlidir. Bunun yanında ağabeyi Mehmet’e de düşkündür. Eskici Topal’ın büyük oğlanın başka bir iş bulmasını istemesi üzerine, ağabeyi ile Çukurova’ya kütlü toplamaya (pamuk ameleliği) karar verir. Babasının zalimane tavrı etkili olmuştur bu kararda:

"Ağamın üç çocuğu var!" dedi.
"Var, n'olacak?"
"Akşamdan sabaha da yiyecekleri yok! "
Gözleri doldu, elindeki çekici ufacık masaya hırsla attı, boşandı:
"Sırası geldi mi Müslümanlığı kimseye vermezsin. Öz oğlun bu senin be. İnsan ne kadar vicdansız olmalı ki ... "
"Suuuuuuuus ! " (28-29)

Topal böyle demesine der de, der ama pişman olur çok geçmeden dediklerine. Ağlar, çocuk misali. Tartışma esnasında oğluna ettiği kötü lafın, ibne, etkisiyle daha bir üzgündür. Ama “babaydı onun karşısındaki, küsülmezdi.” (84) Babalık yapısının ortaya konduğu satırlar, ataerkil aile yapısının izlerini taşır: "Baba döverdi de söverdi de, sırası gelince severdi de. Babaya el kalkmazdı. İsterse anasını dövmek değil, yatırıp kıtır kıtır boğazlasın.” (84) Bu düşüncelerle kendini haklı görmeye çalışan Eskici Topal, kötü söz etse de, geleneksel bir ata-baba modeli çizer. Duyguları göstermeyen, gölgeli bir sevgi anlayışıdır bu. Ali’yi, küçük oğlunu şöyle tanımlaması manidardır: “Ali benim babam, kardaşım, arkadaşım, sağ kolum” (88)

Refah içindeki günlerden, kütlü toplamaya varan yoksulluğa düşen Eskici’nin, “oğullarım nerde ben orda” (114) demesiyle ailecek pamuk toplayan ameleler kervanına katılırlar. “Oğullarımın canı sağ olsun,” dedi. “Onların canı sağken benim sırtım yere mi gelir?” (147) Eskici Topal’ın güvencesi budur ve tüm aile bireylerinin tek bir dileği vardır: Bu çaresizlikten kurtulmak. Amaçları uğruna, yaklaşık iki ay sürecek, zorlu, sıtmalı, sivrisinekli, sarı sıcak bir ovadaki çadır hayatına katlanmak durumundadırlar. Ayrıca mahallelinin, konu komşunun yüzüne nasıl bakacaklarını düşünürler. Pamuk amelesi olacak fakirliğe düşmüşlerdir. Bunun yegâne devası dişini sıkmak, sabretmek, çalışmak, çalışmak olacaktır.

Acemisi oldukları bu pamuk toplama işinde zorlanan aile bireyleri hep bir elden çaba gösterirler. Başından beri bu işe karşı çıkan Eskici Topal’ın kızı Zeliha ise on altısında bir körpedir. Aile bireyleri ile anlaşamayan, kuşak çatışması yaşayan Zeliha, kendisine ‘Zelha’ denmesinden bile hoşlanmaz ve evden uzaklaşmak ister. Evlenmeli ve kurtulmalıdır. Kız olarak dünyaya gelişi hatadır:

Anası, babası, kardeşleri... İş yoktu, hiçbirinde iş yoktu. Kızlarının günün birinde isteneceği umurlarında bile değildi. Herkes yalnız kendini, kendi çıkarını düşünüyordu. Varsa oğlanlar, yoksa oğlanlar. Dünyada sanki yalnız oğlanları vardı. Oğlanlar ne derse eninde sonunda o oluyordu. Kız geleceğine keşke bir kalıp sabun gelseydi. Elde, çamaşırda eriyip gider, dünyaya rezil olmazdı. (150)

Kütlü toplama yerine gittikleri kamyonda tanıdığı şoför muavini Ünal’dan hoşlanan genç kız, onun etkisinde kalır. Ünal’ın cana yakın tavırlarından aile bireyleri de hoşlanır. İnsan doğasının derinliklerinde daima kımıldayan arzular kendini gösterir. Zeliha, Ünal’la evlenmek istemektedir:

Hendeğin içinde kucağına oturtmuştu. Elini koltuk altından sokmuş, göğsünü kuvvetle tutup kendine çektikten sonra dudağını dudağına yapıştırmıştı. Sıcacıktı dudakları. Dili, dişleri... Olursa bu, olmazsa başkasını istemiyordu. Değil küçük ağası, anası babası razı gelmesinlerdi isterse! (253)

Sivrisinekler acımasızca ısırmaktadır. Doyasıya, kana kana ısırmaktadır. Elde avuçta yiyecek de kalmamıştır. Hayalleri süsleyen güzel günler uzaktadır adeta. Herkes, sıtmaya tutulmuş, halsiz kalmıştır. Sonrasında oğullarıyla kavga eden Eskici Topal, eşini, kızını ve Ünal’ı alarak terk edecektir ovayı/yazıyı. Oğullarını, torunlarını bırakacaktır sarı sıcakta. Yabanda. Sonrasında… Sonrasında mutluluk gelecek midir? Oğulları sıtmadan, hastalıktan kurtulabilecek midir? Umut var mıdır? Sözü Eskici Topal’a bırakmak gerekir burada: “Kara gün kararıp gitmez.” O halde umut vardır, umut umulduğundan da yakındır.

Savaşacağız, diyen büyük oğul haklıdır. Yaşama savaşıdır hüküm süren. Açlıkla, sefaletle, değişimle savaş. Altmış beşini devirmiş koca adam, Eskici Topal da savaşacaktır, başka çaresi yoktur: Çalışmak, savaşmak demektir, bir ömür savaşmak:

Çalışacaktı; daha bir süre, daha doğrusu ömrünün son noktasını koyuncaya kadar çalışacak, sonra da… Ne ‘sonra da'sı? Pazarlık geberip gidinceye kadardı. Geberdikten sonra, mezarda dinlenecekti artık. Hem de yüz yıl, bin yıl, on bin yıl… (372)

Eserin sonunda Eskici Topal’ın gökyüzüne kafasını çevirip, kendince, isyanını sürdürdüğü sahne mücadelenin devam edeceğinin, o halde umudun da sürdüğünün, bir resmidir:

Dedesinin konağı gibi konaklar yeryüzünde bile kalmamıştı artık. O biçim konaklar ortadan kalkarken hatırı gönülü, kadir kıymet bilirliği, daha kötüsü de fakir fukaranın dilinden anlamayı da birlikte götürmüşlerdi.
."Eeeey kahpe dünya, demine devranına, ip tutanına sokim!"
Tam bu sırada yukarıda bir şimşek çaktı. Gidecekti, durdu. Şimşeğin çaktığı yukarılara baktı, acı acı güldü:
"Oradasın deel mi?" dedi. "Yukarıdan bakıyon şu halime öyle ya? Bak oğlum, bak yavrum, yüreğin yaprak yaprak olsun da iftihar et bu aciz kulunnan!" (373)

------------

Evladını ‘babam’ diye sevebilen ama bunu yüzüne asla söyleyemeyecek olan babaların diyarıdır bu topraklar. Aynı zamanda samimiyetin ölçüsünün ayarlanamadığı, söve söve sevilen bir coğrafyadır burası. Çaresizliğin, yokluğun hüküm sürdüğü zamanlarda daha baskın olan bu durumlarla beslenir, zenginleşir, akar Kemal’in eseri. Eskici de eskimiştir artık. Geride kalmak üzeredir ‘eski’ olanlar: Babalık, ustalık, maharet. Alışkanlıklar, gelenekler de eskiyecek ve Zeliha bunun örneğini teşkil edecek, kendi rolü üzerine düşünen bir kadın modelini üstlenecektir. Küçük oğul ise babaya karşı çıkışları ile bu eskimenin hızını artıracaktır. Baba eskimiş, gücünü yitirmiş, yaşam içinde de topallamıştır. Tahta bacak, eskimişliğin bir simgesi olarak somutlaşmıştır. Değişim, baba ve bacak, topal kalmıştır. Tamamlanamamış, tam anlanmamıştır/anlaşılamamıştır. Daha hızlı, daha yüzeysel, daha mekanik bir ‘fabrika’ devridir kör topal başlayan. Değişmeyen tek şey, daha önce de değinildiği üzere, Çukurova’nın sıcağıdır: Sarı sıcak.

 

Kaynakça

Kemal, Orhan. Eskici ve Oğulları. 16. Baskı. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2005


No comments:

Post a Comment