January 01, 2016

RİNGÂRENK



Kendimi burada bulacağımı tahmin edemezdim. Binlerce insan beni izliyor, yüzlercesi izlemiyor, onlarcası gülüyor, birkaçı ağlıyor, bir tanesi –arkadaşım- bana bakıyor ve sadece bana bakıyor. Bu, canımı sıkıyor. Şimdi rakibim direkt bir yumruk çıkarıyor burnuma. Kanın süzülüşünü hissediyorum, artan bir sıcaklık içinde, ağzımın ezik kısmına dek uzanıyor kızgın bir yılan ölüsü kıvamında. Artık dayanacak gücüm kalmadı. Köşeye bakıyorum, hocam alçılı elindeki havlu ile tekerlekli sandalyesinde haykırıyor: “Devam et, pırasa.” Gözümü alıyor ring rengi. Beni bu işe sürükleyen arkadaşım kıs kıs gülüyor, sadece bana bakan şahıs o. Boksta dikkatli olmalısın, demişti beni ikna etme sürecinde. Hem senin yapacağın, kick boks. Tekme ve yumruk kullanacaksın yani, cümlelerini eklemişti hızla. Bir şeyler daha söylemişti muhtemelen ama duymuyordum o an, kazanacağım parayı ve hayallerimi düşünüyordum. Adamı döversem –işte spor algım bu seviyedeydi- parayı alırım, sonra ver elini Hindistan. Neden orası? Emin değildim, adamı hakladıktan sonra gerisi kolay. Düşlemek zor değil. Daldığım anlarda hep aynı sakallı herif beliriyordu gözümün önünde ve her defasında yeniden yaşıyordum olanları: Lağım suyunun gürleştiği ve bir mazgalı delerek belirdiği yol kenarında bu adam, oturuyor. Yaklaşık bir metre uzunluğundaki yeşil renkli sebzeler köşede yığılı. Geçen araçlardan toz savruluyor üstümüze, yolun öte yakasına geçmek isteyen ve her defasında ölen ve dokuz kere dirilen şirin bir kedi cesedi yapışıyor sebzelerden birine. Turuncu renkli kedi tüyleri havada uçuşuyor, tozlanıyorlar. Sakalında da tüyler var adamın, beni görünce hep gülümsüyor, çürük dişleri kömür madeni girişini anımsatıyor –daha önce gitmesem de- ve bu yeşil sebzelerin kabuklarını soyuyor tüylü sakallı. Lağım suyunun kokulu derinliğine batırıyor sebzeleri ve galiba arındırıyor. (Bu arındırma işlemi esnasında sebzeleri andırıyor.) Kanı kanla yumarlar, diyorum, her defasında, düşümde ve düşünüyorum, Adam bir şey söyleyecek, belki anlayacağım, belki ben bir Hint fakiriyim, çözeceğim hayatın şifrelerini, belki bu önceki hayatımdan bir kare. Tüylü sakallı adam, elini uzatıyor bana ve gövdemi avuçluyor. Demek ki o kadar yakınım ona, kedinin bulaştığı sebzenin yanına atılıyorum. Canım yanıyor. Demek ki, görünen o ki, anlaşıldığı üzere ben yeşil bir sebzeyim. Hint kedisinden kalan turuncu yeşili okşuyor, kabuklarımın içinde nafile yaşıyorum.


Hazırsın değil mi, demişti ve beni daimi düşümden, sebzeliğimden, uyandırmıştı arkadaşım. Hazırım anlamında kafamı salladım. Yapacağın şey basit, adamın zayıf noktası çenesi. Oraya aparkat çıkaracaksın. Biliyorsun değil mi boksu, da demişti arkadaşım. Bir keresinde ve her keresinde düşümdeki tüylü sakallı ile dövüşmüştüm yalnızca. Düşte dövüşmek sayılırsa, evet. Beni ellerinin arasına almıştı sebzeci adam. Kabuklarımdan soyacak, anadan üryan kılacaktı. Buna izin veremezdim. Bir sebzenin de bir nebze gururu vardır. İki yeşil elimle rakibim olan sakallının boyun çevresini sarmıştım. Bir diz atarak bitirmiştim işini ve rahatlamıştım.  Burnundan yeşil bir kan dökülmüştü, şaşırmıştım. Demek ki, demiştim, her defasında, bu adam da bir sebzedir. Yeşil kanı olan herkes, sebzedir. Yeşil sebzeye turunculuğuyla yapışan ve biz dövüşürken dirilen kedinin bir hakem edası ile müsabakamızı yönettiğini de anımsıyorum. Attığım dairesel tekme, sakallı sebzenin kulak arkasına gelmiş ve onu bayıltmıştı. Galiba, galip geliyordum ve öyle tahmin ediyordum ki galibiyet yoktur, galibiyet hep galibadır. Kesinlik yokluktadır.


Eldiven, kask ve dişlik. Tak bakalım bunları, cümlelerini duymuştum mücadele evvelinde arkadaşımdan, son talimatları alırken. Hocanın sözlerini iyi dinle, kazanırsan çok büyük para var, unutma, yüzde kırk benim, benzeri gaddarca sözler de çıkmıştı o şeytansı ağzından, korkmuştum. Koca göbekli boks çalıştırıcımın yanına varmıştık bile, arkadaşım odanın dışında bekliyordu. Girişte, omuzlarımı ve bacak kaslarımı iri elleriyle şöyle bir yokladı, yanıtı gür ve olumsuzdu: “Bu adamı kevgire çevirirler. Sopa gibi ince bu, cılız bir pırasa.” Düşünür gibi yapmıştı, anlamıştım, kurnaz tilki, şişko hırsız, şakacı şaklaban. “Yine de yapabilir, neden olmasın? İnanırsa neden olmasın?” Hazır, kalıp sözlerdi bunlar. Soludu derince. “Sadece inananlar başarabilir. Düşünde bile dövüşen, bunu erek edinenler kazanabilir.” Aklım karışmış, yeni hocama inanmaya başlamıştım. Az önce söylediklerim için pişmandım, ben aptal, cılız bir pırasaydım olsa olsa. “O halde kazancının yüzde kırkını alırım delikanlı. Yani, mücadele yolu zorludur. Önümüzde bir saat var ve ben seni bir şampiyon yapacağım. Var mısın düşlerini gerçekleştirmeye?” Elbette, ustam, elbette Splinter, elbette reisim. Siz, isteyin, yeter, anlamlarını barındıran bir diz çöküş, ağlama ve sarılma ritüelinin ardından baygın düşmüş, yatıyordum. “Uyan, aptal pırasa. Uyan.”


Bana böylesi bir isimle seslenişi, beni sahiplenişi ve hayatıma hükmedişi ile irkiliyorum ustamın. Hazır ol vaziyeti alıyorum. O tombul ayaklar ani bir çeviklikle mideme saplanıyor. “Buna, karşı tekme derler. Dikkat et, pırasa.” Bütünleştiğim duvar dibinde, mesudum. Sırtımı dönüyorum. Öğrendim, öğretmeliyim de. Ustam kabarıyor, besili bir horozu andırıyor tavrı, hoşlanmadığım bir şeyler oluyor sanki, tekrar bir duygu değişimi yaşıyor, ustama sataşıyorum. Ona gününü göstereceğim, seni yaşlı bunak, seni ibikli horoz şekeri, seni kubur faresi. Vücudumu hafif çapraz bir vaziyette tutuyor, geri geri geliyor, ayak topuğumla düz bir tekme çıkarıyorum eski ustam olan yeni rakibimin karnına. Ne olduğunu anlayamadan devriliyor, ağzından kırmızı ile yeşil arası sular dökülüyor. Huzurluyum, kapı aralanıyor, arkadaşım içeri giriyor: Ne oldu, diyor, ne yaptın? Yerde yatan ve adeta yeri yutan yeni rakibim acı içinde yanıtlıyor: “Buna geri tekme, derler. Hayret, daha öğretmemiştim. Yetenekli bu genç, bu maçı alacağız. Ah, kemiklerim kırıldı, ah.” Neredeyse ölecek olan yeni rakibime karşı içimde tekrar bir merhamet uyanıyor. Neden mi? Düşümdeki tüylü sakallıya karşı da olmamış mıydı bu? Ben merhametten mi ibaretim? 


Kaldırıyoruz hocamı arkadaşımla, kaldırıyoruz sakallı sebzeyi kedi hakemle. Bu kısımdan sonra gerçek, düş iç içe geçiyor. Kafam karışıyor. Artık dayanacak gücüm kalmadı. Köşeye bakıyorum, hocam alçılı elindeki havlu ile tekerlekli sandalyesinde haykırıyor: “Devam et, pırasa.” Beni bu işe sürükleyen arkadaşım kıs kıs gülüyor, sadece bana bakan şahıs o. Eliyle işaret ediyor rakibimin ayağını. Yap, diyor, yapsana. Rakibimin destek ayağına, ayak bileğinin altına, bir tekme isabet ettiriyorum, hocam kenarda kırık sızılar içinde seviniyor ve çenebaz bir horozca şakıyor: “Buna süpürme derler. Helal olsun, pırasa. Ne biliyorsa ben öğrettim, hem de bir saatte. Heyt, şampiyon, devam et.” Çok darbe aldım, soluklanmam gerekiyor. Rakibim toparlanıyor, üstüme atlıyor. Bir kesme vuruş yapıyor, sağ ve sol ellerinin içe bakan kısımlarıyla çenemin yanına vuruyor, bu beni tüketen bir darbe, yere seriliyorum. Rakibim galip gelecek, hakem ona kadar sayıyor. Bir, beş, yedi, on. Şampiyon. Zaman yitik. “Uyan, uyan, aptal pırasa,” diyor ustam, “ne zaman başlayacaksın müsabakaya, neredeyse bir dakikan kaldı, hazır ol.”


Kendimi burada bulacağımı tahmin edemezdim. Binlerce insan beni izliyor, yüzlercesi izlemiyor, onlarcası gülüyor, birkaçı ağlıyor, bir tanesi –arkadaşım- bana bakıyor ve sadece bana bakıyor. Bu, canımı sıkıyor. Elimde yeşil, yaklaşık bir metre uzunluğunda sebzeler var. Burası Hindistan olmalı, böyle hayal etmemiştim. İnsanlar sıradalar, benden bu yeşil sebzeyi almak için birbirlerini ezecekler. Sırayı bozmadan beni izliyorlar, sebzeleri lağım suyunda ışıl ışıl kılışımı büyülenmiş gözlerle, kederli tebessümlerle izliyorlar. Sebzenin birini öyle bir sıkıyorum ki, buna tam sıkma hareketi derler –bu adı ben uyduruyorum- içinden sebze ve yeni bir kedi fışkırıyor. Ring burası demek ki ve çevrem insanlarla, kendini insan sananlarla, yeşil sebzeden duvarlarla çevrili. Ring burası demek ki ve ring rengi her şey. Yeşil de kırmızı da, tümü de. Her yer ring olabilir, demek ki ve herhangi bir ring, her renkte olabilir, diyorum içimdeki mücadeleden naklen.


Arkadaşım bana bakıyor, izlemek ve bakmak arasındaki farka takılmıyorum, bana dikkatle bakıyor, bana bakıyor, öldürücü bir bakış bu. Toparlan, diyor, maç başlıyor. Toparlan, diyorum yerdeki yeni düşmanıma, maç başlıyor. Toparlan diyor ayaktaki eski öğrencim, maç başlıyor. Toparlan, diyor yol kenarındaki eski sebzem, maç başlıyor. Toparlan, diyorum, yol kenarındaki lağım suyuna, maç başlıyor. Bana diyorlar tümünü. Anlıyor, akıyor, akıyorum, maç başlıyor.


 

(İçimdeki bana kalan yüzde yirmilik payı, kirli bir suyun içinde taşıyor, inatla, taşıyorum.)


No comments:

Post a Comment