April 26, 2016

PAŞA

Köpeklerden korkuyorum. Köpeklerden köpekler gibi korkuyorum. Bunu insanlar bilmiyor, söylemiyor, bahsetmiyorum. Keskin tırnakları, etli yanakları ve sivri kuyrukları ile üstüme atlıyorlar her keresinde, kıstırıyorlar zavallı gövdemi bir köşeye. Ellerimi kıtır kıtır, gözlerimi çıtır çıtır, her yerimi, neyim varsa, pıtır pıtır, tıkır tıkır, kıkır kıkır, çeşitli ikilemelerde ikişer kere ısırıyorlar. Isırdıkça ısınıyorlar bana. Sonrasında bir araya geliyor, tatlı gözlerini öne deviriyor, sevimlice geriniyor, güçlü çenelerinde biriken koyu kan eşliğinde seviniyorlar.

“İyi eğiteceksin hocam bir köpeği.” Kaza yapmıştım aracımla ve oto sanayide almıştım soluğu. Aklım karışıktı. “İyi bakacaksın, yavruyken fazla ilgi göstermeyeceksin.” Arkadaşların tavsiyesiyle Yakup Usta’ya gelmiştim. Dökülmek üzere olan jölelenmiş saçları, motor yağına bulanmış tişörtü ve yıpranmış kot pantolonuyla selamlamıştı beni kaza gecesinde. Çekici vasıtasıyla dükkânının hemen önüne indirilen aracımı işaret etmiş, konuşmamıştı ama bir şeyler anlar gibi olmuştum, o esnada sokaktan yükselen köpek seslerinin verdiği korku içimde yankılanırken. (Köpek nasıl bir ses çıkarır? Hav, hauv, vav, ov, hoh. Nasıl?)

“Bunun adı Paşa, hocam.” Ertesi gün ışıl ışıl bir sabaha uyandım. Yakup Usta’nın yanına geldim. İş kıyafetleri ve bunların üstündeki lekeler aynıydı. Ölmüş bir aracı diriltmeye çalışıyordu işyerine vardığımda. İsli bir varilin üstüne koyduğu siyah bir parçayı temizlemeye, güneşin pırıltısıyla beliren milyonlarca çiziği gizlemeye, kendi yansımasını, çiziklerin içinden, izlemeye de çalışıyordu bir yandan. “Ne içersin hocam?” Çayımı yudumlarken kendi arabamın kaderini, kazayı, suçu ve masumiyeti düşündüm. Daha doğrusu bu kavramlar bir listeye dönüştü zihnimde ve Yakup Usta’nın elime tutuşturduğu listenin arasına karıştı, sızdı:

·         Sol ön çamurluk
·         Soluk bir an
·         Ön panel
·         Önyargı
·         Ön tampon demiri
·         Önceki yaşam
·         Dablumbaz
·         (Doğrusu davlumbaz olacak, usta öyle yazmış.)
·         Ön tampon orta ızgara
·         Cehennem cız
·         Sol alt tabla
·         Alt tabaka mahlûku

Tuhaf hissediyordum listeye bakarken. Ortalama bir fiyat istedim ustadan. Paşa havladı. “Hocam, bak, nasıl güçlendiriyorum Paşa’nın çene kaslarını.” Sanayinin tüm dar sokaklarında kara yılanlar misali süzülen kalın su hortumlarından kendisine ait olanı kavradı Yakup Usta’nın soğuk elleri. “Aç suyu, ho” diye hitap etti çırağına. Kara hortumdan kara şeyler çıkacak diye düşündüm hortum titrerken. Kara yağlar, benzinler ve sular dökülecek diye de düşündüm tabii. “Hocam, malzemelerin çıkma olanlarını bulabilirsem Adana’da, yardımcı olacağım sana, makul bir şeyler yapacağım, senin için en uygununu ayarlayacağım.” Hortumdan gürül gürül fışkırıyordu şebeke suyu. (Daha sonra bu suyun şebeke değil de kuyu suyu olduğunu fark ettim. Az ötede bir kuyu ve tulumba kolu vardı.) Pırıltılar çinko kaplamalı çatılarda beliriyor, Paşa deliriyordu. Benim ne farkım vardı ki benim için en uygununu ayarlayacaktı usta? Bir yanımla bu sözlerin alışılageldik yalanlar olduğunu biliyor, bir yanımla kendimi özel hissediyordum. Ruhumun hafiflediğini hissettim bu özel duygu içerisinde. Paşa, bir su sağanağının altında sırılsıklam vaziyette havlıyor, bağlı bulunduğu demir tasmasını çıkarmaya yelteniyordu. Çağlayan su ağzına gözüne doluyor, onu halsiz düşürüyordu.  Sesinin kısıldığını ve çıkardığı hav, hoh, au, va, aa’ların tizleştiğini anladım, üzüldüm. Yakup Usta zaman zaman köpeği tokatlıyor ve hırslandırıyordu. Belki zamanında birinin de beni böyle eğitmesi, güçlü kılması gerekirdi. Köpek suyun darbeleriyle öfkelenip çıldırdıkça ben de kendimi daha güçlü sayıyordum. “Çene kasları önemli hocam.” Köpeğin ağzına uzattığı hortum saniyesinde çeneye kıstırıldı. Şimdi usta ne yapsa ne etse olmuyor, köpek dişlerinin arasına kilitlediği hortumu bırakmıyordu. “Aferin kızım, aferin Paşa, hocam her gün böyle antrenman yaptırıyorum. Çene kasları gelişiyor. Bir de bunu vahşi yetiştiriyorum. Burada hırsızlık çok oluyor.” Paşa’nın küçük kulübesine dönüşünü izledi gözlerim, kulübenin zeminindeki pisliklere takıldı, tüylerde ve ısırılmış lastik parçalarında, izmarit atıklarında gezindi. Sonrasında kulübenin hemen solunda yer alan yanık bir motor yağı tenekesine odaklandım, Selyan yazıyordu üstünde galiba. Onun berisinde demir kapıya dayanmış püskül püskül bir temizlik fırçası ve kalınca bir sopa uzanıyordu. Tümünü gördüm. “Hocam daldın, bir çay iç.”
Gece çökünce nasıl oluyordu acaba? Gündüzün gürültüsünde sessizleşen Paşa, gece nasıl bir yaratığa dönüşüyordu? Yakup Usta bana hırsızların yolun bu tarafından geçemediğini anlatmıştı. Geceleri Paşa’yı serbest bırakıyormuş ve karanlıklar içinde koyu bir gölge savaşçısı oluyormuş Paşa.  “Koyu gölge savaşçısı” ifadesini ben eklemiştim ustanın sözlerini işitir işitmez. “Hocam çatının oradan geliyor hırsızlar. Hurda niyetine çalıyorlar kaput parçalarını, lastik jantlarını, ne bulurlarsa aşırıyorlar. Ters taraftan girip işi bitiriyorlar.” Yakında orayı da kapatacakmış Yakup Usta ve Paşa’yı oraya koyacakmış. “Çatık kaşlı çatı savaşçısı” tabirini de yine ben türetmiştim ve usta gülümsemişti.

Arabamı bir hafta sonra teslim alabildim, Yakup Usta’nın benim için elinden geleni yaptığına inanmıştım. Paşa’ya takıldı gözlerim, kulübesinde yoktu. İçim ferahladı, direksiyonu çevirirken. Galiba Paşa çatıya terfi etmişti. Bir iki gün geçti geçmedi, Yakup Usta beni aradı. “Hocam, Paşa yok, gelmedi kaç gündür? Gördün mü?” Görmediğimi söyledim, çatıda değildi demek ki. Yakup Usta’nın telefonda ağladığını duyuyordum. “Öhiöhöh, hüühü, hüüü, hüüüocam nerede Paşa?” Telefonu kapadım. Havanın kararmasını bekledim. Ters taraftan çatıya tırmanacak ve Paşa’yı bulacaktım. Büyük ihtimalle hırsızlar Paşa’ya orada yakalanmış ve hayvancağızı yıldızların ışıltısında katletmişlerdi. Sanayinin dar ve karanlık sokaklarında tek tük cılız ışıklar yanıp sönüyor, gür sesli köpek havlamaları duyuluyordu. Çatıya tırmanırken yüzlerce sokakta yüzlerce köpeğin ışıldayan gözlerle geceyi renklendirdiğini tahmin ediyordum bir yandan da. Bu sayede, bu ışıltılarla büyük bir köpek figürü oluşturabilirlerdi. Çatıdaydım nihayet. Köpeklerin çıkardığı seslere rağmen an an duyulan derin bir sessizlik vardı. Rahatlamıştım. Bir şeyleri araklamaya çalışırsam Paşa’nın gelip beni yakalayacağını biliyordum. Hurda parçalarını birer birer arabama götürmeye başladım, hırsızlığın adrenalin yüklü yapısı beni etkilemişti. Demek bu yüzden yapıyorlardı hırsızlığı. Oldukça gürültülü bir biçimde, çatıda bulunan tüm parçaları arabamın kıyısına taşıdım. Hırsızlık güzel şeydi. Bagajın kapısını araladığımda Paşa’nın orada olduğunu, ölü gibi uzandığını ama ölmediğini fark ettim. Tam hayvan dirilecekken cebimden çıkardığım bıçağı o güçlü çenesine dayadım, deriyi tek hamlede deldim, boğazını yardım. Sesi çıkmıyordu Paşa’nın. Sonra kendi çenemi yokladım, güçsüz. Ne yapmalı? Paşa’yı ısırdım, çenemi kilitledim. İnsan, hayvanı ısırınca haber olur, diye düşünerek gazeteciliğin ilkelerini anımsadım. Gülümsedim. Paşa’nın boğazından oluk gibi akan kanın olduğu kısmı ısırmıştım, kan ağzıma yağıyordu. Bırakmadım, bırakmadım. Kıh kıh, vıh vıh benzeri ölüm öncesi terennümler dökülüyordu Paşa’nın ağzından. Güçlü hissettim kendimi, güçlü ve köpekten bir hırsız gibi hissettim. Kanla dolan ağzımın kuvvetlendiğini anladım. Sakinleştim vakit geçtikçe, duruldum, gevşedim. Köpekler gibi korktuğum köpeklerden artık korkmuyordum. Köpeğe dönüştükçe korkmuyordum. Aslında, it iti ısırmaz, sözünü haksız çıkarmıştım ama mutluydum. Ağzımdan içe ve dışa akan kanları temizledim, hırladım. Hırlayan bir hırsız oldum. Paşa’yı nazikçe öldürüldüğü yerden kaldırdım, kandı her yer. Cebimden hüviyetimi çıkardım. İsim: Ahmet. Kimliğimi hayvanın yarılmış boğazına soktum. Artık Paşa’nın adı Ahmet’ti. Hayvanı sürücü koltuğuna oturttum. Aracı boşa alıp çalıştırdım. Gaz pedalına büyükçe bir taş koyup ağırlık oluşturdum. Araç süratle karanlığa ilerliyordu. Çatıyı hızla atlayıp dar sokağa, paşanın kulübesine doğru yöneldim. Kimliğim yok, Adım Paşa. Kulübenin paslı demirini dilimle tattım. Tuhaf. Boynuma zinciri doladım. Paşa olmuş, çevremi kolaçan ediyordum. Sorun yok. Aferin. Tuhaf. Tuhav. Haf, hav, av, aa. (Hâlâ nasıl konuşacağımı bilemiyordum.)

No comments:

Post a Comment