Daimî Galip: Ölüm
Hayat, çoğalan bir yığın ıstırap, daima artan bir hızla sona, en korkunç ıstıraba doğru tepetaklak inmektir.
(Leo Tolstoy//İvan İlyiç’in Ölümü, Sayfa 61)
“Baylar,” dedi. “İvan İlyiç ölmüş.”
“Sahi mi!”
“İşte; okuyun.” (Tolstoy 3)
“Sahi mi!”
“İşte; okuyun.” (Tolstoy 3)
İvan İlyiç’in ölüm haberini alan mahkeme üyesi
arkadaşlarının yukarıda yer alan konuşmaları ile başlar eser. Tolstoy,
beklenmedik bir edebi metot takip ederek, eserin nihayetindeki ölüm gerçeğini,
eserin girişine taşımış ve okuru afallatmak istemiştir. Bu yöntemin tercih
edilmesinde İvan İlyiç’in eşinin, çocuklarının, çalışma arkadaşlarının ölüme
dair “Herkes, “İşte o öldü; ben ölmedim!” diye düşündü veya hissetti.” (5)
şeklindeki bakışlarının yansıtılması ve ölüm gerçeğini öteleyen bir toplumun
ifşa edilmesi gerekliliği etkili olmuştur. Tolstoy’un ölüme bakışı ve varoluşsal bağlamda
ölüme verdiği değer de hemen eserin başlarında yer alan şu tümceyle açığa
çıkmıştır: “Ama bütün ölüler gibi, hayatta olduğundan daha güzel, özellikle
daha anlamlıydı.” (7)
İvan İlyiç’in iş arkadaşı ve yakın dostu Piotr İvanoviç, ölü
evini ziyaret eder. Bu taziye ziyaretini isteklilikten çok toplumsal bir zorunluluk
olarak gören İvanoviç, İlyiç’in ölümünden çok kendi ölmeyişine odaklanır: “Üç
gün üç gece ıstırap çektikten sonra ölüm! Bunlar şimdi, her an benim de başıma
gelebilir...” diye düşündü, korku bir anda bütün benliğini sardı.” (10) İvan
İlyiç’in İş arkadaşları da çoktan yeni görevlendirme ve pozisyon değişikliği kaygısına
kapılmışlardır. Nihayetinde ölen bir başkasıdır. İvan İlyiç için de ölüm döşeğine dek böyle
olmuştur. O da ölümü mantıksal bir hesap olarak görmüş ve bir başkası için
geçerli saymıştır. “Gaius bir insandır. İnsanlar ölümlü olduklarına göre Gaius
da ölümlüdür” (42)
Yüksek rütbeli yargıçlık konumuna yükselen İvan İlyiç’in
yaşamı onu tatmin edecek şekilde ilerler. İnsanlarla iletişimi iyidir: “Zeki,
canlı, sevimli, kibar bir adamdı. (…)Daha okuldayken, sonraları hayatı boyunca
olduğu gibi yetenekli, neşeli, iyi kalpli ve insanlara yakın bir adamdı.” (13)
Görevinde terfi ettikçe insanlara karşı söz sahibi olan İvan İlyiç, buna rağmen
dirayetli davranır. İnsanlara hükmetme ve nüfuzlu olma gibi özellikleri içten
içe sever. “İvan İlyiç gücünü asla kötüye kullanmazdı.” (16) Yeni dostlar
edinerek çevresini genişleten İlyiç, toplantı, yemek ve vint oyunu (briç
benzeri bir kâğıt oyunu) gibi etkinlikler düzenler. Hayatını düzenleyen
kendisinden ziyade toplumun beklentileri olmaya başlar. Praskovya Fiyodorovna
Mihel ile evlenir ancak bu evliliğin aşk temelli olduğu söylenemez. “Gönlüne
göre bir evliliğin yanı sıra ondan çok yüksek mevkide bulunan kimselerin doğru
saydıkları bir hareketi de yapmış oluyordu. İvan İlyiç’in evlenmesi böyle
gerçekleşti işte.” (17)
Maddi açıdan varlıklı bir hâle gelen İvan İlyiç, evini
antika ve değerli eşyalarla donatmaya başlar. Bir keresinde perdeyi istediği
şekilde asamayan döşemeciye nasıl yapılacağını göstermek için çıktığı
merdivende ayağı kayar ve düşer. Pencerenin mandalına karnının sol yanını
çarpar. İvan İlyiç’i ölüme götüren ağrılar dizisi böyle başlayacaktır. Merdivende
atılan yanlış bir adım, sembolik bir anlam da üstlenerek sosyal konumda yaşanan
yükselişin yetersizliğini vurgular ve esas düşüşü gözler önüne serer.
Ünlü doktorlara muayene olan İlyiç’in tek dileği tekrar
sağlığına kavuşup kavuşamayacağını öğrenmektir. Alamadığı her net yanıt
karşılığında biraz daha öfkelenir ve ölümün yaklaşmakta olduğunu kabullenir.
Artık acılar dayanılmaz boyuttadır. Kullanılan afyon, acıları bir nebze azaltsa
da mutlak sonu engelleyememektedir. İvan İlyiç’in ölüm döşeğindeki
sorgulamaları böylesi acılar içinde başlar:
“İş ne körbağırsakta, ne de
böbrekte; hayat ve ölümde... Öyle ya. Bir hayat vardı; şimdi de gidiyor...
Gidiyor ve onu tutmak elimde değil... Evet. Ne diye kendimi aldatayım? Ölmekte
olduğumu, benden başka herkes bilmiyor mu? Hafta, gün meselesi... Hatta belki
de şimdi... Az önce ortalık aydınlıktı, şu anda karanlık... Buradayım. Birazdan
oraya gideceğim! Nereye?” (39)
Ölüm gerçekliğini kabullenmek durumunda kalan İvan İlyiç,
hayatın şatafatlı ve aldatıcı yönünü görür. Bu, bir çeşit geç aydınlanmadır.
“Oradakilerin hiçbiri bilmiyor,
bilmek istemiyor, acımıyorlar. Eğleniyorlar (uzaktan, kapalı kapının üstünden
seslerin uğultusunu, çalgı seslerini duyuyordu). Vız geliyor onlara, ama
kendileri de ölecekler. Aptallar!.. Ben biraz önce, onlar biraz sonra... Ama
onların da başına gelecek. Oysa orada coşup duruyorlar. Hayvanlar!..” (39)
İlyiç’in içinde zaman zaman beliren umut, ölüm duygusuyla
karşılaşıp yok olur. O da yok olacağını düşünmektedir. “Ben yok olacağım. O
zaman ne olacak acaba?.. Hiçbir şey olmayacak. Yok olunca, nerede olacağım?
Yoksa ölüm... Hayır istemem!” (39) Ölüm, daimî galip olarak oradadır.
Gerçektir. Ölüm, öteki (Azrail) şeklinde kendini gösterir İlyiç’e: “Öteki” geliyor
ve önünde dikiliyordu. İvan İlyiç’e bakıyordu; o da bu bakışın altında taş
kesiliyor, gözleri donuklaşıyordu. Yeniden kendi kendine sormaya başlıyordu:
“Acaba, gerçek yalnız o mu?..” (43)
Zaman ilerledikçe ölüme yaklaşan İvan İlyiç, capcanlı
yaşayan, eğlenen insanları düşündükçe öfkelenir çünkü “[o], öteden beri bambaşka,
herkesten apayrı bir varlık” (42) olarak görür kendisini. Yine de insanların
hakkı vardır yaşamaya, gülmeye. Ölüme yakın vaziyeti ile insanları ürkütmeye
bir son vermek ve ne zaman öleceğini bilmek ister: “Bu, onun ortadan ne zaman
kalkacağını, etraftaki canlıları varlığıyla tedirgin etmeye ne zaman son
vereceğini, kendisinin de çektiklerinden ne zaman kurtulacağını bilmekten
ibaretti.” (45)
Yine de son nefesine kadar yaşamak için arzulu olan İvan İlyiç’in tek isteği vardır: “İvan
İlyiç, kendi kendine, “Ne istiyorsun?.. Ne istiyorsun?” diye tekrarladı. Sonra
cevap verdi: “Ne mi? Acı çekmemek. Yaşamak.” (57) Yaşamak ister başkişi.
Geçmişi sık sık gözünün önüne gelir. Onu mutlu eden bir hayat yaşayıp yaşamadığını
sorgular: “Eskiden de şimdi de senden hayatı ve ölümü saklayan yalanı,
aldatmayı yaşadın, o kadar.” (64) Verimli bir hayat yaşadığını düşünmüştür bu
zamana dek ama artık gerçek ortadadır. Çocukluğunun huzurlu günlerinden sonra yaşadığı
tek şey oyalanmalar, anlamsız eğlenceler ve toplumun yüklediği görevlerdir. “Hiç
beklenmedik evlenme olayı, kırılan hayaller, karısının ağzındaki koku, şehvet,
yapmacıklıklar... bu içten yapılmayan görev, para hırsı; bir, iki, on, yirmi
yıl hep aynı şeyler...” (57-58)
O hâlde nasıl yaşamalıdır insan? Bunun bir reçetesini
sunamadan ölür İvan İlyiç. Aklında ve ardında kıymetli bir soru bırakır: “Ya
bütün hayatım, yaşadığım bilinçli hayat gerçekten gerektiği gibi değil idiyse?”
(62)
------
Doğru bir yaşam nedir? Bu, belki de, ölüme dair elde
edilecek bilincin olduğu bir yaşamdır. Ölümü soyut bir kavram olmaktan çıkaran
insan onu kati bir gerçeklik mertebesine yerleştirir ve bu sayede hayat
serüvenini şekillendirir. Ölüm, var olma ve yok olma kaygıları arasında gidip
gelen insanın yaşam şiiridir olsa olsa… Ölüm yaşamla, yaşam da ölümle
anlamlanmaktadır. Kendisine ölümü yakıştıramayan insanoğlu, düşünce ve
davranışlarının belirleyicisi olan ekonomik ve toplumsal düzen içinde var olur
ve sistemin getirdiği katı, duygusuz birer canlıya döner. Tolstoy da İvan İlyiç’in Ölümü isimli 11 bölümden
oluşan uzun öyküsünde/novellasında bu samimiyetsiz, tekdüze ilişkiler ağını,
kısaca hayatı, ölüm teması ekseninde inceler ve hayatı anlamak adına ölümü tanımanın
önemine değinir.
------
Tolstoy, Lev. İvan
İlyiç’in Ölümü. Çev. Nihal Yalaza Taluy. İstanbul: Can Yayınları, 2014. E-kitap
Baskı.
No comments:
Post a Comment