August 10, 2011

Caretta Kerata

Kaldığı izbe Bridge Guest House’i geride bırakıp Hills Road boyunca yürüdü. Kulağında müzikçaları takılıydı ve Zeki Müren’den Eskimeyen Dost’u dinliyordu. Kafası Cambridge’in havası gibi bulanıktı. İki hafta olmuştu bu kente ve ülkeye geleli. Hiçbir yerde mutlu olamıyordu ve bunun bilincindeydi. Zeki Müren, Yollarımız Ayrı Ayrı diyordu ki o, ileride Tesco’ya girip iki poundluk Deal Meal mönülerinden birini aldı: Kola, salatalık ve ton balıklı sandviç, isteğe göre Kitkat çikolata ya da çerez.

Hava, kutup ayıları için istenilen sıcaklıktaydı. O ise sırtına Primark’tan aldığı boz bulanık ve parçalı desenlerle kaplı on poundluk montu geçirmişti. Soğuk, montu geçersiz kılıyor, kısmi yüz felcini hızlandırıyordu. Kafası karışıyordu hala, trafiğin ters yönde akmasına alışamamıştı bir türlü. Önce sağa mı sola mı bakması gerektiğini kestirmeye çalışırken, sağdan hızla gelen bisikletin altında kaldı. Zeki Müren, ne zaman gelirsen gel, diyordu o an. Kulaklığın bir ucu kopmuştu. David’ti bisikletlinin adı. Başındaki kaskı sayesinde, olası bir faciayı önlemişti. Küçük sıyrıklarla atlatmıştı kazayı böylelikle. İçilirken buz kesen kola ve paketinde heykelcik halini alan cips yola savrulmuştu. Kemal’in sağ kulağı darbe almış ve göğüs kafesinin hemen üstünde ezilme olmuştu. Güçlükle doğruldu Kemal. Zaten anlamsızca mutsuzdu, bu da perçinliyordu o lezzeti. David, bisikletinin dengesi yitmiş gidonunu silkinerek ölçüledi ve yüzünde samimi bir tebessümle sordu: “Yabancısınız sanırım?”

Kemal, on yedi yaşındayken bisikletle ana yola çıkışını ve servis aracının altında kalışını hatırlıyordu o an. Neyse ki son anda kendini kenara fırlatabilmiş ve ölümden dönmüştü. Üç ay kırıklarla dolu bir vücuda hamallık yapmıştı on sene evvel. Şimdi yirmi yedi yaşında, o günü bir daha yaşıyordu. Dişleri kilitlenmiş, boynundaki damarlar boğum boğum belirmiş, sinir kasları gerginleşmişti. Tıpkı o gün olduğu gibi. Doktorların çaylakları, kırıkları yerine oturtmak için biraz fazla güç kullanmışlardı hastanede. Dişlerinin kenetlenmesi yeni yeni düzelen Kemal, kendini acıdan o kadar sıkmıştı ki, artık ne zaman sinirlense boynunda damarlar belirir olmuştu. Kafasını çevirip, David’e baktı. Diğer İngilizler gibi kibardı. Portakal kabuğu rengi saçları, kısa ve özenli kesilmişti. Tüysüz tavuk gibi görünüyor, efemine tavırlar sergiliyordu sanki. “Sanırım, kaza yaptığı için mutlu” cümlesini aklından geçirdi Kemal. David, onu ısrarlı ve meraklı gözlerle süzüyor, gerdanını kırıyordu mahcubiyet içinde. “Evet, Türk’üm. Doğruyum. Bilirsiniz işte” şeklinde esprili bir cevapla doğruldu yerinden Kemal. David, şaşkın gözlerle bakıyordu. Gözleri, sonradan eklenmiş gibi emanet duruyordu koca suratında. Gülümsedi karasızca. “Gelin, bir şeyler içelim şu ileride. Hem konuşmuş oluruz.” Ne cevap vereceğini bilemiyordu Kemal. Herifi gözü tutmuştu tutmasına da, kazaya sebebiyet veren Kemal’di ve bir ton laf işitmesi gerekirdi şimdiye dek. Oysa David oralı bile olmamış, ilk andan itibaren istifini bozmamıştı. Kemal düşündü “sarhoş olmalı yahut bu İngilizler cidden iyi insanlar.”

Yarım saat uzaklıktaki Regal’e yürüdüler. Yol boyunca sohbet ilerlemiş, oracıkta tanış olmuşlardı. David, bir özel şirkette danışmanlık yapıyordu ve yirmi dokuz yaşına yeni girmişti. Birkaç gün evvelki müthiş house party’de onu görmeliymiş Kemal. Köpeği teriyer cinsi Papy’den söz etti bir dolu. “Başındaki kırmızı kurdeleyi çıkardım ve Eric’in yeni briyantinlenmiş saçlarının arasına sıkıştırdım. Görmeliydin.” Kemal anlamıyordu çoğu sözü. Konunun özünü kaçırmıyordu buna karşın. Çoğunlukla “aa, sahiden mi, ciddi misin, ohh” gibi geçiştirici ama teskin edici söz öbeklerine başvuruyordu. David’in üstünde pembe, dar bir tişört; tüysüz bacaklarını ifşa eden kısa, lila bir tayt vardı. “Nasıl oluyor da üşümüyor acaba?”. Kemal’in aklını kurcalıyordu bu sual. Konuya ilgisini toparlayamıyordu bir türlü. Kolayı çöp kutusuna attı az ilerideki Pizza Hut’ın önünden geçerken. Durduk yere, yeni bir arkadaşı olmuştu. Buna sevinmesi gerekirdi. Arada bir sağ koluyla Kemal’i dürtüyor, adeta işve yapıyordu David.

Kulağındaki sese odaklandı David’in son dürtüşü ile Kemal. Zülfü Livaneli, Gün Olur Alır Başımı Giderim, diye sesleniyordu bir kulaklığı vefat eden ve cızırdayan müzikçalardan.  Kemal bu başı kendisi ile götürdüğü sürece mutlu filan olmayacaktı. Soğuktu, üşüyordu. Cebindeki parasını yoklarken, geçiştirmeye devam ediyordu David’i. Herifoğlu anlamıyordu sıkmaktan. Empati filan bilmiyordu anlaşılan.

Hayat duruyordu akşam beşten sonra Cambridge’te. “Şimdi Ulus bile daha canlıdır” Haklıydı Kemal. İnsanların bu şehirde ne yaptıklarını anlamıyordu. Muhtemelen akşam beşe kadar çalışıyorlar ve akşam bir yerlerde içmeye gidiyorlardı. “İşte burası” Geçip oturdular Regal’e. Bu mekan, akşama kadar pub, akşam dokuzdan sonra ise gece kulübü olarak işletiliyordu. Saat dokuzu geçiyordu ve tıklım tıklım doluydu. “Ne içersin Kemal?” İçeride kesif bir alkol kokusu, genzi yakıyordu. Müzikçalarını kapatmak üzereydi. Müzeyyen Senar’ın Agora Meyhanesi’ni zar zor seçebiliyordu gürültü arasında. “Bu gece benim gecem, bu gece benim gecem”lerle dolu cümleler kurdu. Anlamadı David, kafası bulutluydu. “İçiyor, içiyorum” Şarkının sözlerine kaptırmıştı kendini Kemal ta ki yan masadaki Türklerin sesini duyana değin. “Ben, geliyorum” diye bağırdı David ve iki zenci ile alt kattaki dans pistine yöneldi. Alexandra Stan’ın gözde parçası Mr. Saxobeat, en koyu baslarla birlikte sunuluyordu konuklara. Kapattı müzikçalarını Kemal ve müziğin sağaltıcı tınısına bıraktı gerginleşen bedenini. Bir bira söyledi barmene. Üç pound altmış beş pence ödedi Carlsberg’e. Türkler, üç kişiydi. Orta boy bir pırasa görünümündeki kız ve iki dallama. Oturdukları masadan dağıldılar bir süre sonra. İki erkekten kısa boylusu diğerine kaş göz işareti yapıyordu: “Gel olum, düşürek şunu amınim.” Ağzının içi kömür madeni kadar karaydı. Kemal, karalığı görünce ister istemez gülümsedi. “Türkmüsün la sende?” Murat'ın anlık tespiti Kemal'i şaşırtmıştı ama şaşıracak bir şey yoktu. Türk’ün Türk olduğu binlerce kilometreden belli oluyordu. Tamam İtalyanlar ve İspanyollar’da benzerdi Türklere ama Türklerin özel ve eşsiz bir davranış örgüsü vardı.

Kısa boylunun adı Murat’tı. “Murto, bilader acayip kızlar var ya! Şuradakinin adı Jessica imiş bak. Gel, ona yüklenek. Boşver ötekileri. Boya posa bak be. Gören de yirmi beş der en az. Kız daha on sekiz lan. Hadi bi kere, kırma beni. Hep senin dediğin oluyor ya” Ağzından üçüncüsünü devirdiği biranın köpükleri, salyalar eşliğinde dökülüyordu Furkan’ın. Kemal, sıkılmıştı çoktan. Gözleri, mekanı şen eden ışık topuna takılmıştı. Bin bir renkle dolup taşıyordu mekan yüzercesine. Birkaç dakika sonra, kafasını kaldırdığında yanındaki Türkleri göremedi Kemal. Etrafına bakındı birasını yudumlarken. Yine sıkılma nöbeti baş göstermişti anlaşılan. Ne zaman sıkılsa böyle oluyor, birkaç dakikadan tutun birkaç saate kadar uzanan bir yabancılaşma, hayal dünyasında gezinme yolculuğu başlıyordu Kemal için.

Sak Noel’in Loca People’i gümbür gümbür çalıyordu şimdi. “What the f*ck?” diyerek bağrışıyordu dans edenler. Kenara çekildi ve masaya dayanarak salonu gözlemledi Kemal. Birası tükenmişti. İnsanlar -erkekler, kadınlar, geyler, lezbiyenler- çılgın hareketlerle cilveleşiyor, açık açık sevişiyorlardı. Porto Rico’lu biri şişman biri zayıf iki kız, üst kata doğru süzüldüler. Şişmanın etleri korseden dışarı taşmıştı. Zayıf olan, daha alımlı görünüyordu. Onları dikizleyen Senegalli bir elemanı “what the fu*k?” sözlerinin ritmi ile terslediler. Kemal, Murat’a “Murto” denmesindeki mantığı çözümlemeye gayret ediyordu bu esnada. İkisi de beş harften oluşurdu ve saçmaydı durum. Yanına yanaşan Sevgi’yi fark edememişti. “Nasıl gidiyor?” Sorunun kayıtsızlığı ve boşluğuyla irkildi. “İyi” diyebildi. “Fena değil. Alışmaya çalışıyorum.” Konuştu durdu Sevgi. Türkiye’deki insanların dar görüşlülüğünden dem vurdu. Ona göre herkes aptaldı. Ahlak anlayışı bir zırvalıktı. Kemal, başıyla doğrulamaya çalışıyordu söylenenleri. Hak verir gibi yapmaktan bıksa da kural buydu. “Tony ile yaşıyorum burada. Dil okulu için geldim İngiltere’ye.” Çıkıştı Kemal: “Tamam”. Sevgi’nin de empatiden anladığı yoktu. “Yok mu sana takılan birisi ya?” “Yok” dedi Kemal net bir şekilde. “Ooo, ben burada çok buluyorum. O gece eğleniyoruz, sonra herkes evine. Yani, arada bir işte. Benim Tony, ailesine gittiği zaman çapkınlık yapıyorum işte.” Gülümsedi Sevgi. “İyi halt ediyorsun sürtük” cümlesi iç sesini oluşturuyordu Kemal’in. Dış sesi, “Kısmet, böyle şeyler” oldu. Birlikte birer bira daha aldılar bardan. Miller, iyi giderdi. Kız, sigara içmek için balkona yollanırken, masanın üstüne kustu Kemal. Bakındı Sevgi’ye bir müddet geçip de ondan seda çıkmayınca. Senegalli ile işi ilerletmişti. Birlikte Kemal’in yanına geldiler. Sevgi’nin İngilizce bilmediği açıktı. Senegalli ise homurtu benzeri sesler üretiyordu. Sarıldılar ve Sevgi’nin tombul kıçını kavradı oracıkta kocaman elleriyle Senegalli. “Adım, Mohammad” Kemal, o tarafa bakmıyordu bile. Beyaz dişleri karanlıkta enfes görünüyordu herifin. “Olur” dedi Kemal, pul pul olmuş yaprak görünümündeki dişlerini gıcırdatarak.

Mekanı terk etmek üzereydi artık. Gidip, alt kattaki tuvalete girmek istedi. Hacetini gidermesi icap ederdi, bunca biranın ardından. Merdiven kenarında çiftleşen iki lezbiyeni, sertçe itti. Tuvaletin kapısını güçlükle açabildi. Oluk şeklinde dizayn edilmiş gidere işedi ve rahatladı. Tuvaletten çıkmak üzereyken David’in seslendiğini duydu. Tuvaletin kaygan ve mikrop yüklü kapı kolundan çekti elini. Dikkat etmemişti içeride olan bitene. David, Murat ve Furkan’la birlikteydi. Birinin aletini emiyor, öbürünün organını sıvazlıyordu. “Sen de gelsene, tatlım!” cümlesini sarf edebilmişti işleme ara vererek. Bir ağız dolusu da orada kustu Kemal. “Murto, bu ipne bizi reklam eder olum” Korku sarmıştı Furkan’ı. Sertleşen süngerimsi dokusu, gevşemişti bile. Murat, asabi bir ses tonu aradı kullanabilmek için. En uygunu ile seslendi: “Nerede kalıyon lan sen yavşak? Seni biz bırakacaz kaldığın yere. İtiraz istemem yoksa..” Kemal, gurbet elde başına gelenlerin şokunu atlatamayacaktı anlaşılan. Ağlamaya başladı. Tuzlu su aktı gözlerinden. Sinirden ziyade pişmanlıktı bu. Ansızın fırladı yerinden David. “Sen ağlama”. David’in bu sözleri Sezen Aksu’yu hatırlattı. Sarılıyordu Kemal’e David. Sıkıca. Karşı koyamıyordu Kemal bu eşcinsel dostuna. Neden sonra, “olmaz” sözcüğü döküldü kilitlenen dişlerinin arasından. “Ben gey değilim David.” Bu sefer ağlayan David oluyordu. Sonradan çıkılan katlar gibi biçimsiz duran gözleri, nemleniyor ve bulutsu bir hal alıyordu. “Ben, gey bile değilim David.” Hüzün, yoğunlaşmış, damlalara dönmüştü Kemal’in gözünde.

Furkan, tuvalet kağıdını uzattı David’e. “İyi çocukmuş be Murto.” Mütehassis insandı Furkan oldum olası. Caretta caretta beslemişti küçükken. İşin aslı, beslediğini sanmıştı. Alık bir çocuktu. Küçük su kaplumbağasını yutturmuştu babası Caretta caretta diye. Adını da uyumlu olsun diye Kerata koymuştu hanenin tartışılmaz reisi. İki hafta sonra vefat etmişti küçük canlı. Çok ağlamıştı küçük dostu için Furkan. Gidip, gömmüştü bahçedeki çamurlu toprağın içine. Şimdi, burada, Regal’de, on iki yaşındaki anıyı, tekrar yaşıyordu. Hakeza, Murat’ta ağlıyordu bir yandan. Sert görünümünün altında, dişil bir duygu karmaşası hakimdi. On sene evvel, öz babası tarafından defalarca, aynı gün içinde, tecavüze uğramış, erkeklerden nefret eder hale gelmişti. İki sene boyunca psikiyatrik tedavi görecek ama ruhsal bunalımını öteleyemeyecekti. Evden kaçıp, sığındığı bakım evinde de benzer mütecaviz hareketlere maruz kalacak, acı hanesini doldurmaya devam edecekti. “Ben vuracağım” artık demişti hastaneden çıktığı gün. “Acımayacağım ulan” Gözü kadınları görmüyordu asla. Erkeklere saldırmak, onları elde etmek, s*kmek, s*kmak, çıkarmak istiyordu sadece. Bundan gizli bir zevk aldığı aşikardı. Furkan’la burada tanıştı. Yolları bir şekilde İngiltere’nin Cambridge’inde kesişmişti. Furkan, safdildi her daim. Tuzağına çabuk düştü Murat’ın. Kerelerce seviştiler ikisi ama Furkan kadın da arzuluyordu. Sevgi’yi Furkan için ayarladı Murat bin bir zahmetle. Parasını ödüyordu Sevgi’nin gittikleri her mekanda: İçki, yemek ve eğlence parası Murat’tandı. Geçen gittikleri Lion Pub’da tam 34 pound gömmüştü Murat’a. “Pis sürtük” diye iç geçirdi Murat bunları hatırladıkça. Ona sarılmış, bir kedi yavrusu gibi mızmızlanıyordu Furkan. Pörsüyen penisini, fermuardan içeri soktu Murat. Dört erkek ağlıyordu aynı gün, aynı saat, aynı yer içinde. Üç Türk, bir İngiliz. Üç eşcinsel, bir aseksüel erkek. Fıkrası bile vardı: Üç Türk, bir İngiliz, İngiltere’de bir barın tuvaletinde karşılaşırlar…

Gözyaşını en erken kontrol altına alabilen Murat oldu. “Tamam, bu meseleyi hallediyoruz burada.” Sesi, otoriter bir tonda çıkmıştı. Kendisi de beklemiyordu bunu. Geğirdi bir süre. Furkan’ın hantal bedenini kenara itti ve Kemal’in yakasına yapıştı. Tehditkardı sesi bu defa: “Bana bak birader, Türküz diye, öldürmem sanma. Adamın ırzına geçerim. Akıllı ol lan” Kemal’in gözlerini okumaya çalışıyordu. David, kendini toparlayamamıştı daha. Konuşulanları anlamıyor ve “ne konuşuyorsunuz?” gibi cümlelerle üsteliyordu durmadan. Aşık olmuştu Kemal'e. Murat, cebindeki bıçağın demirinin ışıltısını, David’in kolundaki Rolex’te gördü. “Kes lan ibne” diye bağırdı İngilizce lisanı içinde. Gözü dönmüştü bir kere Murat’ın. Babasının ona tecavüz ederken, midesine indirdiği yumrukları hatırladı. Bağırdı susmamacasına. Gözlerinin önüne geçmişin perdesi indi. Karşısında şu an babası vardı. Bıçağın tutağını avucunda parçalarcasına sıktı ve bileğini sola hafifçe kıvırarak David’e saplamak istedi ışıl ışıl demiri. Önüne atlayacak ve David’i kurtarmak için kendini feda edecek olan Furkan’ı göremezdi o sinir harbi içinde. Defalarca sapladı bıçağı Furkan’a. Kan kokusu, koyu kıvamın kokusu, iç organlardan yayılan dehşetli koku, tuvaletin sidik, kusmuk, sperm ve boktan örülü kokusunu bastırmıştı bile. Metalin, etle dehşetli buluşması gerçekleşmişti. Sırım gibi bedeni, masum hayalleri ve çocuksu saflığı içinde katledilmişti Furkan. Babasını haklarken Murat; Furkan Caretta Kerata’sını çoktan bulmuştu tebessüm içinde. İkisi de onu gömdükleri yerden çıkıyordu el ele. “Ben caretta caretta değilim” diyordu Kerata.  Bir Gün Sen de Öleceksin diyordu Suat Sayın, Caretta’nın kulaklığından taşan sesi ile.


=====================
10 Ağustos 2011 Çarşamba
7:22:23   

No comments:

Post a Comment