December 27, 2016

ADIM

Anlamadım.
Tekinsiz şeyler oluyordu. Ara ara uğradığımız kır lokantası kapalıydı, lokantanın minik çamlarla çevrili bahçesine girdiğimizde bizi bir yeldir almıştı, ürpermiştik karanlıkta. İçeriden sessiz kokular geliyordu, karanlık ve tuhaf. El ele tutuşmuştuk. Uzun süredir yapmamıştık bunu, eli sıcak bir ekmekten de sıcaktı. Adımımızı attığımız yer gıcırdıyordu sanki ve sanki kar varmış da ufalanmış, sağanak sonrası kurulanmıştı taşlar. Az evvel koşanlar biz değilmişiz gibi rahatlamıştık. Minik çamlarla örülü bir sığınak olmuştu burası böylece, güvende hissetmiştik.
Kapısına varmıştık işletmenin usulca. Tık tık. Açan olmamıştı. Hâlbuki kokular geliyordu içeriden, vallahi, hem billahi kokular geliyordu. Fasulye belki, çorba, pilav, turşu, tavuk sote, ne varsa. Kokuların kapı aralığından, kırık kiremitlerden, kara duvarların içinden, geceyi geçip bize geldiğine emindik. Parmaklarımı sıkmıştı kokuyu alınca. Tık tık. Anlamıştık durumu. Hüznümüzün yoğun hâli de eklenince içeriden süzülene, ağırlaştı koku, çekilmez-dayanılmaz-kokmaz oldu. Açlık oyunları, dedik içimizden ve gülümsedik, bir kımıltı oldu onun dudak kıvrımında; açlığımızın bir hilesi, de dedik daha açık bir iç konuşma yaparak; derin bir sessizliği takiben, buradan gidelim, dedik. Hep iç ses. Boynumuz kırılır oldu moral bozukluğu, açlık ve öfke dolu bir ağırlıkla; gecenin yaratıkları enselerimizde kara çiviler çakar, takla ve kahkahalar atar oldular, güçsüzleştik. İlerledik sağ yandaki yoldan ite kaka.
Az evvel neden koştuğumuzu bilmiyor muyduk yoksa sonsuza dek unutmak mı istemiştik olanları, emin değildik. Birazdan yaşanacaklar belliydi aslında. Dermanımız azaldıkça kulaklarımız keskinleşti. Sesler yükseliyordu, böğürtüler, inlemeler, havlama benzeri gürültüler. Arkamızda, hemen bir on metre berimizde, ayak sesleri belirmişti. Tıkır tıkır. Seslerin soluğu ise ağırlaşan kokuyu salıyordu üzerimize. Pilavfastavukülyetursotekirşuemiduvarçorbathüzünlü soluk bir koku. O hâlde diye haykırmıştım kokunun keskinliğinin yaktığı gözlerimle. Ne yapıyor bunlar bize, ne yapmaya çalışıyorlar? Elimi bırakmıştı nedense. Montunun iç cebine koyduğu katlanmış bastonunu açmıştı. Lastiğini özenle ayırmış, sessiz isyanımı dinler olmuştu. Konuşsam duymayacak, çırpınsam görmeyecekti. Lokantanın bahçesine kadar bağırmıştım oysa -çığlıklar atmış, anırmış, kudurmuş, saçımı başımı yolmuştum. Kâr etmemişti.
Ses, soluk ve adımlar yaklaşmıştı. Lokantanın bahçesinin çıkışına varmaya çalışıyor, döne dolana yine aynı yere geliyorduk. Sakindi, bastonunu göz ederek yürüyordu yanımda. Karanlıkta -onun için fark etmezdi- ardımızdan gelen ve bizi ayıracağını gün kadar açık bildiğim tuhaf sessizliğe inat, bastonuna güvenerek ilerledi. Elimi uzattım ama tutmadı, göz çukurlarındaki kurumuş pınarlardan yaş gelmese de ağladığını anladım. Burada, birazdan olacakları biliyorduk ikimiz de.
Bahçeyi bir kez daha döndüğümüzde karşımıza çıkacaktı göl. Buralarda, bu topraklarda olmayan ışıl ışıl bir su. Gece berraklığında. El ele tutuşmuştuk suyun şıpırtısını hissederek. Koşmuştuk sıcak avuçlarla, çakılmıştık kötü otların içine. Ağzımız yarılmıştı, kanlanmıştı. Dişleri dökülmüştü onun, eğri büğrü. Çenesi dağılmıştı. Oyuk göz çukurları toz toprakla dolmuştu. Bir ona bir bana bakmıştım çaresizce. Kırılmıştı bastonu ve gururu. Yerden kalkmak istememişti. İnanırsak, demiştim bu kez de, göğü işaret eden kırık kolumla, inanırsak, kolum sızlıyordu, gerçekten inanırsak, duymuyordu zaten, inanabilirsek, olmuyordu, kırık kolumu indirerek susmuş, yaralı-çirkin-fani kafasının üzerine çıkmış ve son bir adım atmıştım.
Adımımla birlikte önce adımımı, sonra adımı ve nihayet aklımı yitirmiştim. Anlamımı da. Artık bir şeyler yiyebilirdim.
Anlam. Adım.
Sesler, kokular ve gecenin ağırlığı artıyordu.

No comments:

Post a Comment