January 24, 2016

Masumiyet Müzesi // Orhan Pamuk (2008)


Eşyanın Tesellisi: “Bazen ‘Bazan’ Mutlu Olmak”



 

“Sonra bir başka tuzluk dalgası geliyor, eski tuzlukların yerine, tıpkı sahile pek çok eşyayı vuran lodosun getirip bıraktığı eşyalar gibi yenilerini bırakıyor, insanların çoğu hayatlarının önemli bir zamanını birlikte geçirdikleri bu eşyalarla kurdukları duygusal ilişkileri bile fark edemeden onları unutuyorlardı.” (Sayfa 563)



Pamuk’un 592 sayfalık hacimli eseri Masumiyet Müzesi, 83 bölümden oluşur ve İstanbullu zengin Kemal’le, uzak akrabası yoksul Füsun’un ‘kırık’ aşk öyküsünü 1975’ten günümüze taşır. Bir müze kataloğu şeklinde tasvir edilmiş her bölüm, içinde o bölümü muhafaza eden eşyalarla özdeşleştirilerek öyküye döner ve 26 Mayıs 1975’te Merhamet Apartmanı’nın ikinci katındaki dairede açılan öykü şu giriş cümlelerini barındırır: “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?” (Pamuk 11) 18 yaşındaki Füsun ve ondan on iki yaş büyük, 30 yaşındaki Kemal’in tutkulu bir sevişme sahnesini aktaran ilk bölümün sonrasında iki karakterin tanıştığı 27 Nisan 1975 akşamına dönülür. Kemal, Sibel’le nişanlanmak üzeredir. Şanzelize Butik’te gördükleri pahalı bir çantayı ertesi gün almaya giden Kemal, burada satış görevlisi olarak çalışan Füsun’u ve onun güzelliğini görür. Uzaktan akrabası olan Füsun’u tanır ve ondan etkilenir. “İçimden hayaletim çıkmış, bir cennet köşede Füsun’u kucaklamış öpüyordu.” (16)


“Cinsellik ve bekâret” kavramlarının tabu niteliğinde olduğu bir dönemdir içinde bulunulan. Füsun, ona matematik dersi de verecek Kemal’in dairesine gitmiştir. Buna rağmen, genç Füsun ileri gider. “Füsun Merhamet Apartmanı’na geldi ve hayatında ilk defa “sonuna kadar giderek” benimle sevişti.” (36) Her bölümle birlikte o bölümün ruhunu yansıtan eşyalar kendini gösterir. “F” adlı 9. bölümde “çiçek desenli pamuk mendil, kristal hokka ve yazı takımı, kalın erkek kemeri” olur bu eşyalar. Kristal hokka ve yazı takımı, Füsun’la aralarındaki şefkatin incelik ve kırılganlığını yansıtır. Kemal’in giyinirken iri kalın tokasını tuttuğu kalın erkek kemeri cennetten sıyrılıp giyinmenin işareti olur. Çiçek desenli pamuk mendil de özenle katlanmış şekliyle on sekiz yaşındaki sevgilinin otuz yaşındaki teni özenle okşayışını gösterir. Her hâliyle şeyler, yani eşya, anlara tanıklık etmekte, onları saklayarak her defasında yeniden var etmektedir. Şeyler, bizim onlara verdiğimizi sandığımızdan daha fazlasını bize sunarlar.



Öpüşme: Zamanı Genişleten Eylem


Birinci kişi, kahraman anlatıcı bakış açısıyla ilerleyen eserin derininde yatan tutkulu aşk, olay örgüsünü de kurar, hatta çoğu zaman ölçüsüzce zedeler. Bu tabloda, tutkulu aşkın bileşenlerinden birisi saplantı, bir diğeri de cinsel çekim olarak belirmektedir. “Bir insanın, başka fırsatları olmasına rağmen onları reddedip sürekli aynı kişiyle sevişmek istemesine, bu mutluluk verici duyguya "aşk" denirdi.” (91) Aşkın, bayağı bir cinsel yakınlaşmayla karışmaması gerekir. “Şimdi Füsun ile öpüşmelerimiz hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Hem hikâyemin cinsellik ve arzu ile ilgili ciddi yanını olduğu gibi hissettirmek, hem de onu hafiflik ve bayağılıktan korumak gibi bir endişem var.” (56) Füsun’la öpüşürler ve bu öpüşme, zamanı dahi genişleten bir unsur olarak, varlık sebebini aşar. “Öpüşmemizle birlikte, sanki önümüzde yalnızca tensel bir zevkin ve gittikçe artan cinsel bir arzunun kapıları değil, bizi yaşamakta olduğumuz bahar öğleden sonrasının dışına çeken büyük, geniş, kocaman bir Zaman da açılıyordu.” (57) Füsun’la bu yeni zaman içinde sürüklenen Kemal’in arzuları katlanarak sürer. Bu cinsel çekim, aşk adı verilen duyguyla bütünleşecek ve Füsun itiraf edecektir: "Sana âşık oldum. Sana çok fena âşık oldum!" (83) Sibel’le nişan tarihi bile belli olan Kemal, bir açmazdadır. Bu yasak ilişkinin verdiği “en mutlu an” ifadesi ise yanıltıcıdır çünkü “en” ile tanımlanan her şey, öncesi ve sonrasındaki çaresizliği, sıradanlığı gösterir ve o mutlu anın bir daha oluşamayacağına işaret eder. “Ama en mutlu anı işaret ettiğimizde, onun çoktan geçmişte kaldığını, bir daha gelmeyeceğini, bu yüzden bize acı verdiğini de biliriz.” (85) Bu acının hafiflemesi için Kemal’in bulduğu tedavi metodu eşyaya sığınmak olmuştur. “Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar.” (85)


Nişan günü yaklaştıkça Füsun’la arasındaki sessizliklerin arttığını gören tuhaf bir huzursuzluğa kapılır. Nişan, Hilton otelindedir. Bu bölümde Orhan Pamuk da kendini bir karakter olarak gösterir, esere dâhil olur. “Güzel annesi, babası, ağabeyi, amcası ve kuzenleriyle oturan, durmadan sigara içen yirmi üç yaşındaki Orhan'da, sinirli ve sabırsız olmasından ve alaycılıkla gülümsemeye çalışmasından başka kayda değer bir şey göremedim.” (132) Hatta Füsun’la dans eden iki kişiden biri de Orhan Pamuk’tan başkası olmamıştır. Füsun’la olan ilişkisini yakın arkadaşı, Meltem Gazozları’nın sahibi Zaim’e de açar Kemal. “Herhalde fena âşığım ona. Bu kötü durumun içinden çıkarım diye düşünüyorum, böyle bir şeyin uzun sürmesini de istemem aslında.” (150) Füsun’un nişandan sonra da buluşmalarına geleceğini düşünen Kemal, yanılır. Bekler, çaresizce ve özlemle bekler. Aşk acısı içindedir. Bu bölümün temsili ‘şey’ ise bir görsel olur: “O günlerde İstanbul eczanelerinin vitrinlerinde dikkatimi çeken ağrı kesici Paradison'un reklam afişindeki iç organlarımızı gösterir resmi, aşk acısının o günlerde belirdiği, keskinleştiği ve yayıldığı yerleri müze ziyaretçisine gösterebilmek için işaretledim.” (166) Aşk acısının etkisindedir Kemal. Aklının büyük bir bölümü Füsun’dadır. Onda takılı kalmıştır. “[T]oplam acı zaten hiç azalmıyor, umutlarımın tam tersine, hâlâ artıyordu.” (177) Merhamet Apartmanı’ndaki daire, Füsun’u görme ümidiyle gidilen mühim bir ‘mekân’ olarak var olur. Bu özel mekân, içinde barındırdığı eşya ile birlikte, bir tür sığınak görevi görür. Acıyı hafifleteceği yerde körüklemektedir bir yandan. Füsun’dan arta kalan bir izmaritin küllerini dudaklarına değdiren Kemal, tuhaf bir karanlık içindedir. Bu karanlığa tahammülü kalmayan Kemal, Füsun’un evine gider, durumunu öğrenmek ister. Füsun’un annesi Nesibe Hanım’ı karşısında bulur. Kadıncağızın cevabı nettir: “Ama o daha küçük, narin bir çocuk. On sekizine yeni girdi. Çok kırıldı. Babası da onu aldı, çook uzaklara götürdü. Çok, çook uzaklara. Siz artık onu unutun. O da sizi unutacak." (183) Yanıtın sunduğu hüznün verdiği acıyı bastırmanın yolu yine daireye gitmek, eşyayla münasebete girmektir. Füsun’a matematik çalıştırdığı tahta cetveli ağzına götürür Kemal. Bu sayede Füsun’a temas etmiş bu nesneyi özümser ve Füsun’a dokunduğunu hisseder. “[A]cımsı bir tadı vardı ama orada uzun uzun tuttum. Cetveli kullandığı saatleri hatırlamak için, orada onunla oynayarak yatakta iki saat yatmışım. Bu o kadar iyi geldi ki, sanki Füsunu görmüşüm gibi mutlu hissettim kendimi.” Saplantılı bir mutluluktur bu.


 

Füsun’un Hayaleti: ‘Kaba Oyalanma’nın İmkânsızlığı


 

Nerede olduğunu bilmediği Füsun’u unutması gereken Kemal, bunu yapmak için direnir. “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır.” sözüne uymak ister, geçmişini anımsatan bazı yerlere gitmeme kararı alır. Direnemez, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş gibi olur neticede: “Şehir benim için onu hatırlatan bir işaretler âlemi olup çıkmıştı.” (187) Füsun’un hayaletini takip etmeye başlar. Füsun olmadan geçecek bir hayatı Fransız Şair Gerard de Nerval'in tanımındaki duruma benzetir. “En sonunda aşk acısından kendini asan şair, hayatının aşkını sonuna kadar kaybettiğini anladıktan sonra, Aurilia adlı kitabının bir sayfasında, bundan sonra hayatın kendisine yalnızca "kaba oyalanmalar" bıraktığını söyler.” (189) Hayat, kaba bir oyalanmadır, artık. Kendini uzaya gönderilen köpek gibi yalnız hisseder Kemal. Nişanlısı Sibel’ledir, evet, ama yalnızdır ruhu. Sibel’e itiraf eder bu aşk hâlini ama ‘artık unuttum’ diyerek de durumu kurtarır, ya da öyle olduğuna inanır. Sibel, vaziyetin farkındadır. "Derdin başka bir kadına âşık olman değil, bana âşık olamaman." (223) Sibel’in ailesinin yalısında bir müddet birlikte kalırlar. Bu sürede acıyı unutmaya çalışır Kemal: “Vaktin çoğunda onu bir türlü unutamıyordum ve artık aşk acımı biçimlendiren şey, Füsun'un yokluğu değil, acının sonunun bir türlü gözükmemesiydi.” (218) Sibel’in bir bahaneyle Paris’e gidişi, Kemal için yeni bir arayış döneminin başlangıcı olur. Füsun’u ne pahasına olursa olsun bulacaktır, bu amaçla Fatih ile Karagümrük arasındaki Fatih Oteli’nde yaşamaya başlar ve Sibel’le ayrılır. Nişanlısını ortada bırakmak, içinde bulunulan dönem için güç, riskli bir tercihtir ve bir kadın için onur kırıcıdır.


 

Babasının ölümü ise bu ayrılığın ardı sıra gelecektir. Kalp yetmezliğinden ölmüştür Mümtaz Bey. Babasının cenazesine Füsun gelmez. Bu durum mu yoksa babası için mi acı çektiği belirsiz olan Kemal, aşk acısını şöyle ifade eder:


Gerçek aşk acısı, varlığımızın en temel noktasına yerleşir, bizi en zayıf noktamızdan sımsıkı yakalar ve diğer bütün acılara derinden bağlanarak bütün gövdemize ve hayatımıza hiç durdurulamayacak bir şekilde yayılır. Eğer umutsuzca âşıksak, baba kaybından en sıradan talihsizliğe, mesela anahtarımızı kaybetmeye kadar her şey, diğer bütün acılar, dertler ve huzursuzluklar, her an yeniden kabarmaya hazır olan bu asıl ıstırabımızın tetikleyicisi olur. Benim gibi aşk yüzünden bütün hayatı altüst olmuş biri, diğer bütün dertlerinin çözümünün de aşk acısının sona ermesiyle mümkün olacağını sandığı için, içindeki yarayı istemeden daha da derinleştirir. (253)


Füsun’dan gelen bir mektupla ruhu şenlenen Kemal, neredeyse ona evlenme teklif edecek durumdadır. Füsun ve ailesi, Kemal’i Çukurcuma’da yeni taşındıkları evde beklemektedir. 19 Mayıs 1976’da, bu eve giden mutlu Kemal, Füsun’u görecek ama senaryo yazarı ve sinemacı kocası Feridun’la da karşılaşacak ve büyülü hayalinden olacaktır. Evin yukarı kattaki tuvaletine giren Kemal, farklı bir âlemin içinde gibidir. Değişmekte, derinleşmekte, durgunlaşmakta ve eşya ile bir olmaktadır: “Bu kederli şarkının da yardımıyla, banyodaki aynanın karşısında hayatımın en derin ruhsal anlarından birini yaşadım ve âlemin, bütün eşyanın bir bulun olduğunu anladım.” (268) Mutluluğu yalnızca sahip olmakta değil, sevdiği kişiye yakın olmakta da bulacağını hisseden Kemal, Füsun’a olan saplantılı arzularını, müşfik bir yakınlıkla dengelemeyi başarmıştır. Aslında Füsun’la Feridun’un çekecekleri bir filmde kendilerine para sağlayacak bir yapımcı aradıklarını ve kendisine de bu nedenle ihtiyaç duyduklarını bilmektedir Kemal. Onlarla sinemalara gider, çeşitli filmler izler ama derin bir küskünlük içindedir bu çıkar ilişkisi sebebiyle. Yine de içindeki aşk dolu kırgın kişiyi bastırması ve toplumsal bir maske takması gerekmektedir, yapımcı rolünü üstlenecektir: “Hayatın, insanlığın çoğunluğu için, içtenlikle yaşanması gereken bir mutluluk değil, baskılar ve cezalarla ve inanılması gereken yalanlarla yapılmış dar bir alanda, sürekli bir rol yapma hali olduğunu, ilk bu sıralarda sezmeye başlamış olmalıyım.” (304) Kemal, rol yapacaktır yapmasına ama ona bir umut ışığı, mutluluk veren Füsun’un annesi olur. Füsun’un bekaretini yitirmiş hâliyle yaşlı birisine değil, onu seven ve “film yıldızı” yapmak isteyen Feridun’a gitmesini uygun bulmuştur ailesi: “Kızımı seviyorsanız onlara destek olursunuz. Füsun'u, onu lekeli diye küçümseyecek yaşlı bir zengin adam yerine Feridun'la evlendirmek daha iyi diye düşündük. Onu filmciler arasına sokacak. Sen de koru onu Kemal." (309)


 

Mutluluk: Arka Odada Yaşanan Şiir


Tam yedi yıl on ay, Çukurcuma’ya Füsun’u görmeye gider Kemal. 1976–1984 arasındaki bu dönemde, 1593 kere akşam yemeğine kalmıştır. Eserdeki derinlikli altyapıyı oluşturan bu matematiksel zaman, Aristo’dan yapılan zaman alıntısında kendini gösterir: “Aristo, Fizikinde "şimdi" dediği tek tek anlar ile Zaman arasında ayırım yapar. Tek tek anlar, tıpkı Aristo'nun atomları gibi bölünmez, parçalanmaz şeylerdir. Zaman ise, bu bölünmez anları birleştiren çizgidir.” (317) Bu bölünmez, parçalanamaz anlardır esas olan, her birine atfedilen değerdir. Birey, kötü geçen bir zaman çizgisi içerisinden bile iyi anlar bulmakta mahir olursa hayat mutlulukla dolacaktır. Bu mutlu anların peşinde koşan Kemal, Füsunlara oturmaya gider sıklıkla. İçinde darbe döneminin geceleri sokağa çıkma yasağını da barındıran “oturmaya gitme” ritüeli Kemal’in kollayıcı aşkının da olgunlaştığı bir işlev üstlenir. Her ziyaretinde Füsunların evinden bir eşya çalan Kemal, bu nesneleri özenle korur: “Eşyaların gücü, içlerinde birikmiş hatıralar kadar, bizim havai ve hatırlama gücümüzün cilvelerine de bağlıdır elbette.” (360) Füsun’u ise oyuncu olmanın arzusu sarmıştır. İçtikleri, yemek yedikleri gecelerde oyunculuk üzerine konuşurlar, film işine bir çözüm bulmak isterler. Bu sıralarda Füsunların evinde, ona baktığı anları ruhuna kazımakta ve mutlu olmaktadır Kemal:


Ama "mutluluk" burada yeterli bir kelime değil. O arka odada yaşadığım şiiri, o üç-beş dakikanın bana verdiği derin tatmini başka türlü anlatmaya çalışacağım: Zamanın durduğu, her şeyin sonsuza kadar aynı kalacağı duygusuydu bu. Bu duygunun hemen yanında korunma, süreklilik ve evde olma hazzı vardı. Bir başka yanında, dünyanın ve âlemin basit ve iyi olduğuna dair yüreğimi hafifleten bir inanç, daha süslü kelimelerle söylersem, bir dünya görüşü vardı. Bu huzur duygusu, elbette Füsun'un yüzü, zarif güzelliği, ona duyduğum aşktan besleniyordu. (394)


Füsun’a duyulan aşkın, eşyaya da sindiği ve eşyanın ruhuna sirayet ettiği itiraf edilir: “Füsuna olan aşkımın, yavaş yavaş onun bütün dünyasına, onunla ilgili her şeye, onun bütün anlarına ve eşyalarına yayıldığını, müzegezerler özellikle akıllarında tutsun isterim.” (396–397) Bu, eserdeki eşya kullanımının da sebebini ifade eder. Her eşya, yayılan bir aşkı, boyut değiştiren ve genişleyen bir duyguyu betimler. Bu aşk hâlini sürdüren Kemal, oyuncu Papatya ile Feridun arasındaki aşkın haberini alır ve artık Füsun’a ulaşacağını hisseder. Füsunlarda oturduğu yıllarda biriktirdiği, Füsun’un içtiği 4213 sigara izmaritini saklar ve büyük acıların, mutlu anıların somut bir görünümünü elde eder:


Onları Merhamet Apartmanında cebimden çıkarır, dikkatle inceler, her birini ayrı bir şeye; mesela boynu, başı ezilmiş, kamburu çıkmış, haksızlığa uğramış kara yüzlü küçük insancıklara ya da tuhaf korkutucu soru işaretlerine benzetirdim. Bazan izmaritleri Şehir Hatları gemilerinin bacalarına, deniz böceklerine benzetirdim. Bazan da onları beni uyaran ünlem işaretleri, gelecekteki bir tehlikenin ilk belirtileri, pis kokulu çöpler ya da Füsun'un ruhunu ifade eden birşeyler, hatta bu ruhun parçası olarak görür, filtrelerinin ucundaki ruj izini de hafifçe tadarak hayat hakkında, Füsun hakkında derin düşüncelere dalardım.” (440–441)


Eserin 69. bölümü “Bazan” tuhaf ve şiirsel bir yapıda konumlandırılır metnin içine. “Bazan” sözcüğü tekrar eden ve kendini çoğaltan bir imge olur. “Bazan yalnız kendimin değil, hepimizin çok önemsiz olduğunu derinden hissederdim.” (448) Bu şiirsel tuhaflık içinde geçen günlerin sonunda Feridun’la Füsun ayrılacaktır. Akabinde ise Füsun’un babası Tarık Bey vefat edecektir. Füsun, tekrar evlenme niyetini taşıyacaktır Kemal’le ve Avrupa yolculuğuna çıkma şartı koşacaktır. 27 yaşındaki dul Füsun ve 39 yaşındaki olgun Kemal, evliliğe doğru gidecekler midir? Yoksa mutluluğu gölgeleyen hayat, yeni bir kurgu mu oluşturacaktır?


Kemal’in tutkulu âşıktan huzurlu bir varlığa dönüştüğü Yeşilçam tadındaki vasat kurguyu barındıran eser de bir “şey” olur bir süre sonra ve “eşya” âlemine karışır. Eşya üzerinden kendisini ve öyküsünü aktaran Kemal karakteri bu yeni ‘şey’in içinde kımıldar, kımıldar, susar. Her mekân ve her nesne, bir duyguyu taşırlar, sonra. “Tuhaf bir tutku, yasaklar, aşk ve cinsellik, değişen toplum yapısı, darbe, arayış” hususlarında belirsiz bir yoğunluk içinde zamana akan eser, an an güzelleşir Aristo tabiriyle. Masumiyet belirir ardından. Eşyaya sinmiş, eşyayı da bir karaktere dönüştürmüş masumiyet açığa çıkar. İnsan ruhunun gizemli sularında akan, tutku ve şehvetle yoğrulan, yasaklara duyulan arzu, bu masumiyetle dengelenir. Müzeye dönüşür eşyalar, sergilenmek ve masumiyeti sunmak için. 

Masum olan eşyadır. Çalınan, yıpranan, şahit olan eşyadır masum. Sezen Aksu, “masum değiliz, hiçbirimiz” der ve şeyleri, eşyayı unutmuş gibidir. Oysa eşya, sahibini de aklamakta, onun ruhunu içinde saklamaktadır.


 

Kaynakça


Pamuk, Orhan. Masumiyet Müzesi. 1. Baskı. İstanbul, İletişim Yayınları,


            2008. Baskı.


 


 


 


No comments:

Post a Comment