July 24, 2017

SUDAN ÖYKÜ



Her gün gelir, gelir de suyun altına girerdi Bakkal Naciye. Saat gecenin ikisi olurdu suyun sesini duyduğumda, üçü bazen. Yatağıma akan hayali suyun tüyleriyle tıkanırdı burnum. Yan apartmanda oturan Naciye’nin banyo penceresi benim yatak odama baktığı ve banyo sularının sesi benim yatak odama insafsızca aktığı için olurdu bunca eziyet. Alışmıştım altmış yıllık binaların çaresiz mimarisine. Alışmıştım ama Naciye’nin koca koca tükürmeleri, böğürmeleri beni her gün yeniden çıldırtmayı başarırdı. Kadının böylesi anlarda birkaç parçaya ayrılıp tekrar birleştiğini ve su içinde infilak eden bir ağır yük gemisinin enkazına benzediğini hayal eder, ruhumu dingin kılmaya çabalardım. Sonra aklımın sulu perdesine düşerdi Bakkal Naciye’nin görüntüsü. Tövbe, derdim, tövbe. Git kadın. Kâbus başlardı. “Yaklaşık yüz elli kiloluk bir et yığını. Gözlüklü, siyah saçlı. Kasada oturuyor, başında yeşilli siyahlı bir yazma. Kafasını hafifçe eğerek gözlüğünün aralığından beni süzüyor ve elindeki para destesini sayıyor. Kirli tırnaklarının berisindeki dokuya değen pullu dilinin ıslaklığını görüyor, ürküyor ve sol yanımdaki dolaptan bir su alma bahanesiyle birkaç adım atarak önümü kapatan yağ tenekelerinin ardına sığınıyorum. Suyu alıp dolabın kapağını kapattığımda tavandaki sarı ışığın ve Naciye’nin görüntüsü, arkamı döndüğümde sarı ışığın gölgesi ve Naciye’nin gövdesi beni sarıyor.” Aklımın kuyusunu darmadağın ederdi bu olay, uyuyamaz, uyuyamazdım.

Her günün sabahında dükkânına giderdim Naciye’nin. Silik eşi Hamit peynirleri dizer, tenekesinin küfünden süzdüğü zeytinleri mavi plastik kaplara döker, içerideki müşteriyi takip ederdi gizlice. İçten içe huzurlu olduğunu anlardım onu izlerken, yaptığı işi severek yapardı. İki ekmekle süt alırken ben, Naciye para saymakla meşgul olur, kocasını paylar –Acele et, adam- ve koca gövdesini (Koca gövdesi ve kocası sözcüklerindeki benzerliği sezdiğim bir gün, kadının kendi kendisinin kocası da olduğunu düşünmüş, sinsice gülmüştüm.) bir sağa bir sola savurarak hüküm sürerdi. Gelen ürün satıcılarını azarladığını görür, tombul yumrukları ile tepelediği masada sıçrayan bozuk paraların da bu duruma bozulduğunu görerek öfkelenirdim. Evet, derdi bana. Senin ne vardı? Gereksiz sorusuna cevap aramadan elimdekileri yağlı gözleriyle tarar, ücreti söyleyerek elini uzatırdı. Korkardım ellerinin şişinden, kirinden. Donup kalırdım her seferinde ve kadın da silik kocasına beni dışarı çıkarmasını emrederdi. Çıkar şunu, hasta mı ne? Kadının nasıl olur da her gün alışveriş yapmama rağmen beni tanımadığını düşündüğüm bu nakliye anlarında silik kocanın dağ esintili deterjan, sinek ilacı ve bayat kremalı kek kokusunu içime çeker, kendime gelirdim. Sonra gün boyu ev. Dışarı çıkarmazdı beni annem. Oğlum, kadersizim, derdi. Bir hastalığım olduğunu söylerdi bazen, bazense turp gibi olduğumu ifade eder, biraz daha yemek yemem için zorlardı. Sonra günün sonu. Gece. Gözüm saatte olurdu. Yan apartmanın hayali merdivenlerini görürdüm akrepte. Yelkovan ilerledikçe kırık kenarlı, eşit dilimlenmemiş benekli merdivenleri tırmandığını görürdüm Naciye’nin. Yazması omuzlarına düşer, soluk soluğa kalırdı. Yeşil ayıcıklı eteğinin uçları herhalde ıslak olurdu. Teri oraya akar, omuriliği erirdi. Tutunduğu merdiven korkuluğunun kahverengi yüzeyinde çizik ve koku bırakırdı. Bunu görmesem de hisseder, kadının ev kapısına adım atışıyla banyoya koşturmasının bir olduğunu bilirdim. Yelkovan durur, akrep kadın suyu açar, odama nemli bir gürültü sökün ederdi.

Annem hastalandı üçüncü ayın birinde. Kötüleşti, kötüleşti de konu komşu zor yetişti. Biraz daha geç kalsalarmış boylarmış tahtalıköyü. Bana döndü iyileşince, oğlum, dedi, niye vermedin ilacımı, ne ettim sana? Odanda niye dört döndün, ne diye kesmeye çalıştın bileklerini? Baktım bileklerime, çizgiler var. Dikiş izlerine benzeyen koyu tırtıklar. Anlamadım annemi, anlayamadım. Balkondan esti bir yel, kulak kulak açan bitki çürüdü, annem uyudu. Uyudum ben de, Naciye yıkandı, Naciye uyudu, ben uyandım.

Kapı çaldı annemi kaybettiğim gün. Gözlerim mor, dişlerim sarı. Hamit, Naciye’nin kocası. Bana sarıldı ağlayarak. Deterjan, ilaç, kek kokusuna karıştı sıvı. Yok, dedi, bulamıyorum. Nerede eşim? Sarıldı sıkıca. Hayatımın anlamı hani? Vıu vıu ifadeleriyle süsledi feryadını. Başım ağrıyor, ne diyeceğimi bilemiyordum. Ne yapacağım ben, nasıl idare edeceğim dükkânı, nasıl? Sarıldı bir kat daha. Annem ölmüştü ve çaresizdim. Bir yere de gitmezdi. Sabah bulamadım. Sıktı da sıktı. Gitmeye kalksa anlardım. Hem nereye gidecek, hayatımız bu bizim. Ev, bakkal. Havaya kaldırdı çelimsiz bedenimi. Nerede? Tepki vermediğimi ve kendi dünyama döndüğümü fark eder etmez nazikçe bıraktı beni yere, apartmanın karasineklere tahsis edilen merdivenlerini koşarak indi. Kapıyı kapattım, başım ağrıyordu.

Ertesi sabah bakkala gittim. Süt ve ekmek. Ekmeği ikiden bire indirmenin hüznü vardı içimde tabii. Kasada kendinden emin duruyordu terk edilmiş koca. Beni görünce gülümsedi. Neşesi yerindeydi. Nasıl anlayamadım bu zamana kadar yahu? Nasıl fark edemedim? Zindandaymışım meğer. Naciye gitti ve huzur geldi. Oh be. Bugün her şey ücretsiz. Kemal Sunal’ın kendisine miras kalan bir bakkal dükkânına girdiği ilk gün müşterinin ayağı alışsın düsturuyla uyguladığı yöntemi yeğleyen Hamit yeni hayatına hızlı başlamıştı. Donup kalmıştım ben de, talan ediliyordu raflar. (Sahibi olmasam da dükkânın, kendimi beyaz saçlı ve fötr şapkalı amca Ali Şen gibi hissetmiş, hınçla dolmuş, umarsızca aramıştım eşim olacak Adile Naşit’i) Filmle hakikat arasındaki bu anlamsız benzerlik ellerimi titretmişti önce. Çenemde kasılmalar olmuş, sessizleştirmişti beni. Kendime geldiğimde yüzüme ucuz su şişesinden serpiyordu Hamit. Eve vardım. Karanlık. Karanlık karnavalı. Gecenin sessizliği harika. Su sesi yok, yok. Huzur çok.

Bakkala gittim. Kepenkler inik. Zilini çaldım Hamit’in. Yanıtsız. Evime dönüş. Yemek yok. Annemin göçüşünün ardından ondan kalan son koku da kayboluyor. Başımda ağrı. Yüzümü yıkasam iyi gelir. Musluğu çevirdim. Su yok. Vanaya baktım, yok. Kesilmiş sular. Balkonda izliyorum sokağı. Ellerinde bidonlar, tenekeler, çeşmelerden su taşıyor insanlar. Kuruyan damağım. Su içsem, içsem. Hamit’in zili tekrar. Açılıyor kapı bu kez. Beni karşılıyor Hamit. Hoş geldin, diyor. Seni bekliyorduk. Bu cümlenin yüklemi düşündürüyor beni. Kimle bekliyor? Kanepeyi kaplayan Naciye. Sakin ama dikkatli. Bana bakıyor. Ayıcıklı eteği ıslak. Su kesikti kaç gündür, ben de kardeşimgile gittim. Yıkandım da açıldım, oh, oh ki oh. Bu sümsüğü de bıraktım tek, dedim görelim ne yapıyor bensiz. Ne yapacak, hiç. Rezil etmiş bakkalı. Neyse su satışlarıyla buluruz yolumuzu. Bir su iç, çok su getirdim, çok.

Gece. Bidonlardan dökülen sular. Bu kez plastik şişelerin gıcır sesleri. İhtimaldir ki Hamit döküyor. Annem yok. Sular kesik ve açım. Naciye’nin ferahlama sesleri. Kat kat da olsa etleri, ona dokunan elleri Hamit’in. Mutlu elleri. Yastığıma akan hayali suyun içimi gıcıklayan tüylü elleri.

Sabah bakkala gidiş ve paklanan Naciye’yi süzüş. Yaklaşık yüz elli kiloluk bir aşk kangalı. Tırnaklarının berisindeki pembe dokuya değen pullu dilinin ıslaklığı. Pısırık kocasının anlamsız varlığı. Varlığı anlamsız pısırık kocasının olmaması. Plânlar, Hamit’in olmaması. Devrilen yağlar, tutuşan dükkân. Hiçbirimizin olmaması. Yanmak. Hepimizin erimesi. Suyun sonsuza dek kesilmesi. Alev. Erimenin güzelliği. Hepimizin bir bedende buluşarak tükenmesi. Kocanın, koca vücutlunun ve sıskanın birleşmesi, hastalıkların bitmesi, kokuların sona ermesi. Korkuların sona ermesi.



No comments:

Post a Comment