Rüyalarının
tümü karışık ama şimdi istediğin yerdesin. Takip ettiler, aldırmadın;
kovaladılar, kaçtın, koştun ve söküldü ciğerlerin, kaçtın. Hikâyenin burada, bu
dağ evinde, biteceğini nasıl bilebilirdin?
Annen
ağlıyor ütü yaparken. Buharlar çıkıyor odadan, tül perdeden karşı binadaki
yalnız adam görünüyor. Annen ağlıyor, televizyonda yaşam guruları tavsiyeler
veriyor, stresi önleyen kürler listeleniyor, annen ağlıyor. Herif, herif,
diyor. Herif, yoksun yine. Sigara yanığının delikten lekelerine sürüyor ısınan
metali. Bebek bağırıyor, uyanmış. Dışarıda patlama sesleri. Nasıl anlarsan
öyle. Camlar cızır cızır ediyor.
İkinci
kattaki evinize balkondan tırmanmıştın kapıda kaldığın bir gün. Hırsız olmak
istemiştin, alt kattakileri soymak önce. Yeni evli çift taşınmışlardı iki katlı
gecekondunun ilk katındaki döküntüye. (Senin evin de döküntüydü, gizleme)
Birkaç gün sonra gelmişti horultulu bir kamyon mahalleye. Geceyi parçalamıştı
motor sesi, dünyada onu bastıracak ses yoktu, o sesi bastırmıştı kamyonun kasasından
inen akraba gevezelikleri. İzlemiştin çatlak pencerenden. Bir sigara yakmıştı
onları getiren komisyoncu, karanlıktı, aracın farlarının aydınlattığı
karanlıklarda yeryüzü kıtırtıları uçuşuyordu. Diğer gecekonduların çatılarına
konuyordu bunlar, çatıların kırık kiremitleri yerine gelişigüzel yerleştirilmiş
naylonlara ve öksüren bir sobanın küf küf yükselen zehrine de yapışıyorlardı
tabii. Parasını almak isteyen komisyoncuyu merdivenden yuvarlamışlardı ve far
aydınlığına bir kırmızı şiddet dökülmüştü pullanarak. Kahkahalar bilmediğin bir
dilde yükselmişti. Kem gözlü kara bir kedi –karanlıkta tüm kediler karadır-
parıldayan gözlerle yaklaşmıştı merdiven bitimindeki yaralı komisyoncuya.
Yalamıştı yarılmış bacaktaki kanı, tozu toprağı. Eve giriyorlardı sırayla
akrabalar. Sağa sola vurarak, bebe inlemelerini dindirerek, örtüler ve
şarkılarla giriyorlardı içeri. Susmamışlardı gece boyu. Sen dinlemiştin onları,
odan soğuktu, yataktaydın. Annen yanına gelmiş –sen uyur gibi yaparken- ağlamış,
gözyaşlarıyla seni ıslatarak, anne kokusuyla sobadaki kısıtlı kömürü tutuşturmuştu
birkaç çıra yardımıyla. İçin ısınmıştı, gülümsemiştin. Baban yoktu, gelmemişti,
ağlamış, sızlamıştın.
Yeni
binaların dikilmesi uzun sürmedi, teker teker gittiler komşular. Zehra Abla
gitti sözgelimi, kızları Ayşe ve Hüzün gitti. Onlardan söz edilmesini
istemiyorsun, tamam. Gözü gibi baktığı çiçeklerini de kopardı attı iş makinesi.
Bütün iş makineleri acımasızdır, dedin o gün. Bu sözün hâlâ arkasında mısın?
Baban uğradı eve nihayet. Aldatıyordu anneni, biliyorsun. Bıyıklarındaki
grilerden anlıyordu annen bunu, yürüyüşünden. O kadın için, o kahpe için dayak
yemiş de gelmiş eve, boyun devrilsin. Böyle demişti sana annen. Babanın gözleri
küçülmüş, burnu dağılmıştı. Anneni itekledi, bağırdı canavarca, iç odada bebek
bağırıyor, uyanmış. Balkonda çatlaklar, titreyen saksılar, şehrin tepeden
görünümü ve alttan gelen gürültüler. Babanın eve geldiği gün zor geçti. Dayak
yediği için yaralı, o kadın onu bıraktığı için üzgün, anneni dövdüğü için
pişman, alttakiler gürültü çıkardığı için öfkeliydi. İndi aşağı, susun ulan,
dedi. Birkaç kadın hayaleti titredi kalın perdelerin ardında. Sessizlik oldu
bir hafta boyunca. Bir hafta oldu sessizlik boyunca. Yağmurlar yağdı, sele
döndü, iş makinelerinden sağ çıkmış birkaç ev de kapıldı sele. Plastik mutfak
masaları aktı şehrin merkezine beyazca, piknik tüpleri aktı patladı patlayacak
halleriyle, ev kadınları ve bebeleri aktı bütün çaresizlikleriyle. Sildi
süpürdü sel mahalleyi.
Annen yemek
yapmıştı, Kokmuştur, dedi börek için, alttakilere götüreyim. Kapıyı çaldı,
annenin sağ tarafındaki uçurumun kıyısında yeşil soğanlar gördün, çiçeklenmiş
artık. Çıkmamışlar içeriden. Açın, dedi, annen, yiyin biraz. Kapının önüne
koydu tabağı. Onların dilinde seslendi giderken, kapı çıkırt etti, açıldı.
Kadınlar annene sarıldı, ağladı. Demişler ki, bizi öldürecekler kan davası
yüzünden. Kocamız öldü, kaldık çaresiz. Annen ağlıyor. Ağlıyorsun. Salonda ne
varsa verdiniz onlara. Büyük masayı, iki koltuk. Size fazlaydı zaten, mutfaktan
tas tabak. Verdiniz. Bebeler bir gülümsedi, al al oldu yüzleri. Alttan neşeli
ezgiler yükseliyordu artık. Meğer erkekler işe gitmişler günler önce, bir
ardiyede pusu kurulmuş bunlara, can vermişler orada. Geceleri ses gelmiyordu ya
da gelse de sen bu acıklı öykünün ağırlığından ses mes duymuyordun. Yağmurlar
fırtınayla karışık artırdı kuvvetini, kudretini. Camlarınız sökülecek,
sökülecek. Cızır cızır ediyor. Yaşamanın sonuna gelmişsin. Yeterince yaşamışsın
zaten. İçeri dökülüyor yağmur suları, tavandan damlıyor. Kovalara akıyor pıt
pıt, korkuyorsun. Yağmurun sesiyle geliyor kan davalılar. Silah sesleri,
ağıtlar, anlamadığın dilde çığlıklar. Her tarafı delik deşen eden kurşunlar.
Camını parçalıyorlar, içeri doluyor sular, kurtulamazsın. Bebek bağırıyor,
uyanmış. Kapınızı yağmur, fırtına, sel, haramiler parçalıyor. Annenin derin
sessizliği. Soban dağılıyor, isler saçılıyor sulara, sular saçılıyor odana,
suçlar saçılıyor.
Gelen kan
davalılar kadın, çocuk demeden öldürmüşler herkesi. Sen o yeteneğinle,
balkondan çıkma becerinle kaçtın evden. Kendini bıraktın sulara, su seni
götürdü, su seni getirdi buraya. Hikâyen bu.
Senin peşindeler, geride tanık
kalmamalı.
Seni
koruyacağım, söyleyemesem de seni seviyorum. Ben aldatan.
No comments:
Post a Comment