July 19, 2011

Şük-üf-ür


Şükür ile küfür arasında, ince bir çizgi filan yoktur. Şükür, küfrün ahlaki şeklidir o kadar. Hepsi bu. Ne bir eksik ne bir fazla dostlarım.

Yorgun geçen bir günün ardından, evime yollandım. Otobüste, umutkıran bir kitle arasında, umutsuz bir kütle olarak yer kapladım. Bir saati aşan yolculuğumu kitap okuyarak tamamladım. Elimde Murat Menteş’in Dublörün Dilemması isimli nadide eseri vardı. Geçmişi tanımlarken kullanılan –dı, -mış gibi eklerin varlığı bile verir sıkıntı.

Kitabıma odaklanmış, sayfaları sindiriyordum. Yanımdaki bidon kafalı –belki de değil- -muhtemelen değil- elindeki tespihi şakırdatıyor ve -arada bir- ne okuduğumu tespit etmek için suratıma nişan alıyor iri burnuyla. Kafası bidona benziyor olamaz. Çünkü burnunu dahi zorlukla seçebildim. Tespit çalışması biten bidon –haksızlık ediyorum adama- tespih çalışmasını sürdürüyor. Bu arada ben kitap okuyorum ve bu büyük bir başarı. Tespit devam ediyor. Tespit zamanı, tespih duruyor. Tespit, tespih, tespit, tespih.

Kulağımda Nocturnal Depression’un Her Ghost Haunts These Walls parçası pöykürüyor. Yanımdaki adam “La havle” çekmeye başlıyor. Kocaman bir püüüh vererek ön oturaktaki canlıların iklimlendirilme ihtiyacını gideriyor.

“Ne kitabı o?”
Adamı duymazlıktan gelmek zorundayım. Kitapta Nuh Tufan zor durumda. Cama doğru dönüyorum ve kör ışıkta okuma eylemini sürdürüyorum. Adam sırtımda sondaj çalışması yapmaya başlıyor. “Sana diyorum, topraam. Duymuyon mu?” Kulağımdaki müziği ben bile duymuyorum otobüsün yaramaz motoru yüzünden. I take your hands; let me stay by your side’ı mırıltılar arasından zar zor seçiyorum. “Ne var lan dallama?” diyemiyorum tabii ve haliyle “Buyrunuz?” diyerek başımı hafifçe oynatıyor ve bir reveransta bulunuyorum. “Ne la o kitap? Dilemma da nedir aga?” şeklinde sarf edilen kırıntılardan anlamlı bir cümle yaratıyorum ve “Şu an içinde bulunduğum durum, ikilem” demek istiyorum ve sadece “İkilem” demekle yetiniyorum. Yetinmeyi bilmek gerek. “İyi bakalım. Abuk subuk şeyler olmasın da…Dinden çıkarmayın insanları.” Adamın bidon kafası bir andan büyüyor ve gözlerinden sular dökülmeye başlıyor ya da bu kitabın üstüne böyle bir adamla kısmi tensel teması söze dökmek sanrılara yol açıyor. “Allah razı olsun beyim” diyorum ve ön tarafta bir yere geçip ayakta dikiliyorum. Ben o, eski ben değilim şarkısını icra eden arabeskçi Murat Soydemir’i tanıyor olmamı garipsiyor ve ilk durakta inmiyorum. Son durağı bekliyorum. Adam ve ben varız sadece otobüsün hurdaya çıkmış haline verilen adı bilmediğim için yine otobüs olarak adlandırdığım araçta. Adam, bana bakıyor. Şoför, sigarasını tüttürmüş ve el radyosunun sesini artırmış. Rüyada olmadığıma yeterince kani olduktan sonra, iniş isteğimi vücuda getirmek amacıyla butona basıyorum. Durağı çoktan geçtik ama şoför müziğin de verdiği heyecan içinde beni sallamadı. Adam, ötede tespihini benim şerefime kaldırıyor. Tebessümü yüzüne kalemle çizilmiş bir kaldırım gibi. Bıyıkları asfalt renginde. Ülkemin engebeli asfaltlarını andırıyorlar. Seçimlerden önce üstüne bir kat daha asfalt dökülüyor adamın ve kaldırım tebessümünü bıyıklarıyla eşitliyor esnemesi. Bu adam üzerine neden bu kadar tasvir yaptığımı bilmiyorum. Şoför ayaklanıyor derken. “İnin arabadan bu bir soygun!” Rezervuar Köpekleri’ndeki mücevher deposunu soyan ve polisin ışık hızında peşlerine düşmesiyle şaşakalan soygun ehli gibi hissediyorum kendimi. “Şaka şaka. Butona geç bastınız ve cevap hakkı Tespih Bey’e geçti. Söyleyin bakalım, Ankara’nın yüzölçümü nedir?” Tespihli adam, düşünmek için süre ister. I killed myself to join you. Katılırım yarışmaya. Şoför, takma kirpiklerini çıkarır ve süreyi nihayetlendirir. Vikipedi’yi telefonundan temin eden Tespih Adam, 30.715 km2 cevabını sunar. Şoför keyiflenir. “Şimdi siktirin gidin.”



Kapılar fıslar, tıslar ve açılır. Kitabımı koltuk altıma istifler ve ilerlerim yol boyu. Adam, kaybolur gözden. Umrumda değil zaten. Annem, megafondan bağırır. “Kimsin?” Megafon denilen zımbırtının sesi neden böylesi artırarak verdiğini anlamak güç gelir bazen.

Televizyonda arıyorum izlenecek bir şeyler. Zekasıgeri moda ikonları birkaç şarlatanı giydiriyorlar. Öte kanalda bir çocuk, reenkarne olduğunu itiraf ediyor. Önceki hayatında, şu anki babasının babası olduğuna emin. Büyükbabası ise şimdiki onun yerinde imiş. Ardından büyükbabası da geliyor kameraların önüne ve elini öpüyor on yaşındaki çocuğun. Hepimiz ağlıyoruz ekran temsilcisi olarak. Büyükbaba da reenkarne olmuş meğerse ve o da şimdiki oğlunun yerinde imiş. Şimdiki baba ise onun babası imiş. O halde büyükbaba baba olmalı ya da çocuk ya da büyükbaba büyükbabadır işte bilmiyorum. Zaten saçmalık bu.

Diğer kanalda, yedi aylıkken doğan ve on gün kuvözde kalan Küçük Eda’nın öyküsü, bol dramatize edilmiş bir sosla sunuluyordu servise. Kalp ameliyatı yapılacakken, maatteessüf kolunun yarısı kırpılan Eda, yedi aylıktı şimdi de ve bîhaber gülücükler saçıyordu, sıçması gerekirken hayatın içine: Moralim bozuldu bu görüntülerle ve otobüste gözlerinden su damlayan bidon adama dönüşüverdim. 

Şükür ile küfür arasında, ince bir çizgi filan yoktur. Şükür, küfrün ahlaki şeklidir o kadar. Hepsi bu. Ne bir eksik ne bir fazla dostlarım.


En iyisi kitaba döneyim tekrar. Adele’den gelsin: Someone Like You.

 -------------------------
28.06.2011 00:59:14

No comments:

Post a Comment