May 19, 2014

Kale-m

İndiğimden beri böyle… Arılar sardı her yanımı. Her. Kestiler yüzümü… Unutulmuş bir ilkçağ kasabasıydı burası. Ben unutmadım. Sarı arılar sardı her yanımı. Kızıl sular döküldü oradan. Orası. Kale… Kalem... Benim...  Küflenmişti bulutlar kalenin kıyısında. Tırmandım tutmak için onları. Düşe kalka vardım zirveye. İçime çektim zirveyi, oh. Nefis. Bacaklarım kanadı, zehirli zehirsiz otlara belendi. Tırmandım. Daha da yukarı… Ses, beni çağırıyordu. Bilmem ne renk bir taşa tutundum, düşmemek için. Beni hayal edin. Neredeyse öleceğim, neredeyse…

Kalenin muhafızları yoktu, benim de bir öyküm… Dizlerimde sızı birikti patikada. Kendimi kaldırdım yerden… Buralara nasıl geliyordu rüzgâr? Nasıl akıyordu kızıl su? Nasıl?

Nefes alıyordum… Kan ter içinde kaldım. Taşların dizildiği ilk anı hissettim, gülümsemeyen o adamı, sisli bir geceyi, sözsüz bir şiiri… Yeşil-lik dolu tarlaları gördüm arkada. Kendimi görmek/gömmek için etrafıma bakındım. Kimsecikler yoktu. Artık yazabilirdim. Sis birikti kasabada. Dükkânlar boşaldı kalem elimdeyken. Çiçekler soldu, hissettim. Parkın kıyısındaki arılar çıldırdı, birbirlerini soktu. Bileklerim karardı, ne de zalim… Dökülüyordu şimdi üstüme bir ton yağmur, o kara buluttan. Çok ıslandım. Kızıl kızıl. Islanmak sözcüğü az bile… Nuh’tan kalma bir sağanak. Kör fırtına bu… Yok, bir sığınak! Su korkusu boğacaktı... Kasabayı izledim göz ucuyla. Ölü bir kuş gökyüzünde yüzdü. Arılar, sarılar… Her yanımı soktu. Dişlerim sıkıca kenetlendi.

Fırlattım kalemi (Kale mi kalem mi?), unuttum tüm yazacaklarımı. (Bu benim kalem, ben kalede bir kalemim.) Peşimden gelmişti her nasılsa. “Seni arıyordum.” dedi. Sözcükleri ve umudu yutarak konuşuyordu. Giderek yaklaşıyordu. “Neden yazmadın?” Bilmiyordum cevabı. Kocaman bir kafası vardı. Daha önce hiç görmemiştim onu. Köpeği de yanındaydı. Gülümsedi ıslak. “Bu kasaba…” dedi “ Herkesi öldürüyor, ölümü bile…” Yeşil tarlaları gösterdi ellerini yumruk edip, yağmur beni hala döverken… Köpeğine sarıldı sımsıkı, öyle ki hangisinin köpek olduğunu seçemedim. Sarı bir renge büründüler, ikisi de şarkı söylüyordu. Döndüler, döndüler… Dönerek, yeşil tarlalara doğru süzüldüler… Gülümsedim ben de… “İşte bu.” dedim “İşte bu.” Ölümünü yaşamak.

Bedenimi kolaçan ettim. Yanık izlerimi, kesikleri, kambur yapımı… Yağmur çoktan ölmüştü. Sarı arılar beni aralarına aldılar. Yağmurdan arta kalan bir sızı vardı b-enliğim-izde… Ölüm şenliğimizde. Kapladılar derimi. Kirpiklerim dökülmeye, tırnaklarım sökülmeye başladı. Kalenin asırlık muhafızlarıydı onlar, arılar. Gözlerim birbirine bulandı. Her yerim arı… Sapsarı…

Doğruldum çıldırdığım yerden…

Yeni bir ben’dim artık. Daha canlı, pek diri. Adım attım biraz daha. Az daha… İçim içimi yiyordu. Arı bir varlıktım… Aşağı yuk-arı. Sarı-ldım kendime. (Bu kadar, arı-sarı yeterdi.)

Köpeğini seven ve köpeğine dönüşen adamı düşündüm bir an. Arılar iğnelerini bırakıyor, düşümü bölüyordu. Terk edilen kasabanın hesabını soruyorlardı benden. “Ben yazmadım, ben!” Öldüreceklerdi beni, iğne iğne… Yeşil tarlalar beni çağırıyordu, ne güzel! B/ölemeyecektim ölümü.

Duramadım yerimde, dişlerimi gıcırdattım, yeter, yeter, bırakın beni! Öleceğim bugün. Bıraktım kendimi zirveden… İçim çekildi, arılar ve iğneler, sökülüyordu bedenimden… Özgürleşiyordum, inadına. Bunu böyle hayal edin, böyle…

Ölü kuş gibi yüzdüm havada… Düşmedim... Sıcak, kavurma yapıyordu… Çok sıcak… Sarı Sıcak hatta. Güneş dökülüyordu havadan, yağmura karışıp… Tüm iğne deliklerim tıkandı. Oh. Isındım, acı arttı, ölüm yakınlaştı, oh, ölüm kapıda, kapı gibi ölüm…

Havada süzülüyorum hala… Herkes unuttu bu kasabayı, ölüm bile. Deme öyle, öleceğim ben. Hemen… Arılar… Gidin yanımdan, benimle birlikte ölüyorlar… Yok oluyorlar… Yine o kaleyi düşündüm, kalenin yapımında ağlayan çiçekleri, solanları, bütün olanları… Düşündüm düşerken…

Avuçlarımda bir topak arı…

Denize düşüyorum, yeşil tarla dururken…

Neden?

Sapsarı olmuş ellerim, ölecek miyim ne, ölümü yazarken?

Aldı beni bir gülümseme. Değil. Ölümseme






No comments:

Post a Comment