January 17, 2016

Seyrek Yağmur / Barış Bıçakçı (2016)


Yeni Bir İkinci Yeni Şairi: Rıfat

“Öldü ve bunu anlamadı.” (Seyrek Yağmur, sayfa 65)

“siz daha bir başlangıç bile değilken/yağmur başlamıştı/ama ne ben ne bahçe ne yaz/hiçbirimiz.” (Oktay Rıfat, Yağmur Başlangıcı şiirinin son kısmı)



Bir Barış Bıçakçı ürünüdür Seyrek Yağmur, bir roman yahut uzun öykü olarak var edilmiştir. Yüz sayfalık eserde başkarakter Rıfat’ın öyküsü, fragmanlar/parçalar hâlinde, aktarılır ve öykü akarken Rıfat durur, bir dere gibi, durur, öykü akar ve yenilenir, Rıfat durur, okur arınır ve ötesine geçecekken, Rıfat okuru durdurur.


Eserin tanıtım yazısında Aylak Adam’a ve C.’sine selam durulmuştur. Rıfat da bir R. olarak nakledilmiş, hayatın içinde gezinen, duran ve durduran bir karakter görünümünde sunulmuştur. Daimi bir huzursuzluk içindedir başkişi. Günlerin geçişi, yaşlılık, anlam gibi duvarlarla örülüdür dört yanı. Kendini tekrar eden, tüketen insanı işaret etmektedir varlığı:


Bir pazar sabahı Rıfat günlerin aynı kaba damlamadığını fark etti. “Günler damlıyor ama aynı kaba değil,” dedi. Gökyüzüne baktı: Boştu. Hiç bulut yoktu, aslında hiçbir şey yoktu. Çağımızın çıplak güneşi her şeyi yok etmişti, enginliği, bulutları ve kuşları… Maviyi bile yok etmişti, sonra da sırasıyla diğer renkleri, bazı sesleri, kelimeleri ve anlamları. İnsan bu yoklukta yeni bir şey söyleyemez, olsa olsa kendini tekrar ederdi. (Bıçakçı 5)


Doğrusu, modern yaşamın sıkıştırdığı, baskı altında bıraktığı, sürüklediği insan tipinin kaderidir bu: Kendini tekrar etmek. Anlamdan yoksun, sanat ve zanaattan bihaber, alan ve satan, kazanan ve kaybeden, yok eden ve var ettiğini zanneden bir insandır bu kaderi/kederi paylaşan. Rıfat, Seyrek Yağmur adlı kitapçısında kitap satarak, kelimelere sığınarak kaçınmaya çalışır bu ebedi felaketten; edebi bir yolu yeğleyerek. Bir hikâyenin içinde olduğunu fark etmesi gerekir insanın. Yaşadıklarının anlam kazanması için bunu yapması gerekir. Bu farkındalık ise ömür boyu sürecek bir avareliği engelleyecektir. Avare/aylak Rıfat, bu farkındalığa ulaşana dek ömrünün sonlanacağını bilir, bilecektir. Ömür, seyrek bir yağmurun damlalarının sürekliliğini dinleyerek geçecektir.


 



Göbekli, Kadersiz ve Şişman Bir Don Kişot


Kendisini Don Kişotvari bir konuma yerleştiren Rıfat, kitapçı dükkânında dünyanın vasatlığına direnmeye çalışır. İnsanlar, test ya da ders kitabı sormak için uğrarlar kitapçıya yalnızca. Kedisi de Don Kişot’un seyisi Sancho Panza olur ve direnir: “Sanço!” diye sesleniyor kedisine. Kedi oralı olmuyor. Kedinin adı Hakkı.” (7) Eserin kronolojik kurgudan muaf hayali ilk bölümü, direnen ve kesintiler/kesiklikler içinde varoluşunu sorgulayan Rıfat’ın çocuksu iyimserliğini taşır, “Suikast” başlığı ile olay örgüsüne evrilen hayali ikinci bölüm ise gerçekliğin kötücül yanına bir eleştiri mahiyetindedir: Umutsuzluk, savaşlar, ölüm.


Elli yaşındadır Rıfat. Göbekli, kadersiz ve şişmandır. Kitapların büyülü dünyasında, okuduklarının etkisinde kalan, Tanpınar, Uşaklıgil, Sait Faik, Coetzee, O’Connor, Ritsos, Malcolm Lowry, Camus, Cortazar, Ray Bradbury, Robert Bresson, Andreas Tietze, Alice Munro, Bilge Karasu ve elbette Oktay Rifat’a göndermelerde bulunan Rıfat haklıdır. Orfe de (Orpehus) vardır onun dünyasında, Oi Va Voi ve Cassandra Wilson’un müziği de, Reha Erdem ve Roy Andersson filmleri de. Böylesi bir âlemde soluk alan Rıfat’ı anlamak güçtür, görünürdeki rahatlığın merkezine sokulmak, çocukluğun hatırası silik, küçük ellerle tutulan/tutunulan dünyasına adım atmak gerekir. “Efendiler, tanrılar’” dedi, “Ben hatırlamadıklarımı daha derinden hissediyorum.” (8) Sabahları nereden geldiği belli olmayan bir keder içinde uyanır çocukluğundaki izleri arayan Rıfat. “Hayatı üzerlerinde bir leke gibi taşıyan ya da kendileri hayatın üzerinde bir leke olan insanlar. (11) gibi hisseder kendini. Gerçeklikle bağını koparmıştır ve istediği de budur. Gerçekliğin, büyümenin getirdiği bunaltıdan bu sayede sıyrılmak mümkün olacaktır. Ancak kolay değildir anlam aramak, bu eylem, bazı şeyleri fark etmek ve bazılarını unutmakla hayat bulacaktır ve “Güzel bir gün neden uyuma arzusu verir?” sorusuna şöyle yanıt verecektir Rıfat: “Güzel günün, güzel şeylerin geçici olduğunu unutmak için uyumak istiyorum.” (17) Bu unutma, durma, fark etme gereklidir. “Ancak biraz durduğumuzda ve bildiğimiz her şeyi unuttuğumuzda o kirli, soğuk dikdörtgenden çıkabileceğimizi düşünüyor.” (25)


Zamansal kırılmaların sıkça görüldüğü eser birbirinden kopuk ve birbirini anlamsız kılan ve böylelikle yeni bir üst anlam kazanan yapısıyla sürer. Rıfat ve arkadaşları, içinde bulundukları dönemin kaotik yapısına İkinci Yeni’yi yeniden kurarak dayanırlar. “Sonra orada, karanlığın ve kitapların ortasında, asıl yapmaları gerekenin İkinci Yeni’yi yeniden kurmak olduğuna karar verdiler.”  (20) Şiirde imgeyi, anlam kapalılığını, bilinçaltının izlerini, gerçeküstücü bir yaklaşımı, yalnızlık ve içe kapalılık temalarını işleyen İkinci Yenicilerden biri gibidir Rıfat zaten. Anlam arayan ve aslında anlamı reddeden, yaşadıklarında anlamın, mantığın kalıplarını reddeden, tuhaf bir adamdır başkişi. İronilerle gizlidir varlığı çünkü her ironinin bir hayal kırıklığını gizlediğine (30) inanmaktadır.


 

Tam Olmak İsteyen Bir Enkaz


Rıfat’ın İkinci Yeni şairlerinden Oktay Rifat Horozcu ile olan bağı “Kadersiz ve Şişman” adlı bölümle başlar. Bu bölümde artık elli yaşındaki Rıfat, bir oğlu olduğunu hayal eder. Ona vereceği Oktay adı, Oktay Rifat’ı yaratacaktır. Oktay Rifat’ın seçilmesinin bir sebebi vardır. Garip ya da 1. Yeni olarak adlandırılan –konuşma dilinin şiire girdiği- akımın temsilcilerinden olan Rifat, 1940’larda bu akımı benimsemiş, sonraları, 1955’ten itibaren İkinci Yeni’nin imgesel dünyasına girmiş, bir dönüşüm yaşamış yahut arada kalmıştır. Bu arada kalmışlığın izlerini Rıfat’ın ruhunda sıkça görmek olasıdır. Aradadır. “”Evet, büyüyemedik ama çocuk da kalamadık. Bir enkazız yalnızca.” (35)


Eksik bir şey kalmaması gerektiğini düşünen Rıfat, tam olma hâlini arzular ve tam olmak için “yeteri kadar zamanın varsa tanrıya ihtiyacın olmaz.” (45) cümlesini şiar edinir. Reçetesi açıktır: Kitap okumak, film izlemek, müzik dinlemek, merak etmek, gezip görmek, her şeye burnunu sokmak, her şeyin daha iyisini aramak. “Eksik bir şey kalmasın, kalmamalı! Başımızda bir tanrı istemiyorsak, eksiği bizim tamamlamamız, kendimizi geliştirmemiz lazım” (46) der yeğeni Ali’ye. Kitapların arasında, dükkânının sessizliğinde öfkelidir. İçine sığındığı ve içinden seslendiği dünyada var olmanın bedelinin farkındadır, şikâyeti şudur: “Ama şunu unutma, bir eksiklikten doğan tanrı fikri daha baştan sakat bir fikirdir. Eksiklikten değil; bütünlükten, tamlıktan doğmalıdır tanrı fikri. Bardak dolsun diye değildir tanrı fikri, bardak taşarsa tanrıya ulaşırız.” (46) Çocukluğun icat etmek, oraya ulaşmak, eksikliklerini keşfetmek ve tam olmak isteyen Rıfat’ın “durma” arzusu “Çocukluğun İcadı, İlk Deneme” adlı bölümde kendini gösterir. “Evlerinin biraz aşağısında bir dere var. Çağıltısı hiç dinmiyor. Dere: Hep gidiyor ama hep orada. Tam Rıfat’a göre, yani hep gitmek ama hep aynı yerde kalmak.” (49) Bu dere gibi, sakin, durgun ve kıpırtısızdır Rıfat da, kendisine yaklaşan insanların imgelerini onlara pırıl pırıl bir biçimde geri vermek için, tamdır, duru ve durgun bir biçimde durmuş hâldedir. Hatta bu durmuşluk bir ölüm şekli bile olmuştur: “Öldü ve bunu anlamadı. Şöyle düşünüyor: Gayet mümkün, çünkü ölen hiç kimse öldüğünü anlamaz.” (65) Hayali birinci bölümün sonlarına doğru Rıfat’ın imgelerle yüklü tuhaf yaşamı şekil değiştirir. Dünya vardır, evet, bu kez ağaçlar yataydır ve insanlar onlara göre konumlandırılarak dikey olurlar. “Ağaç artık yatay, diye düşünüyor havadaki serçeler, bir işe yaramaz. Ağacın yanındaki şu adam dikey, ama o da çok kederli.” (71) Konumu değişmeyen insanlar daha bir kederli, daha bir yalnız olmaya mahkûmdur bu kederli imgeler evreninde. Başarılar geçici, uçucu ve yüzeyseldir. “Dikey ve yatay mutsuzluktan söz etmek istiyorum” diyen Turgut Uyar dizeleri gibidir başarılar ve getirdikleri yapay mutsuzluklar. “Başarımız ne kadar büyükse başarısızlıktan o ölçüde kıl payı kurtulmuşuz demektir.” (81)


 

Ruhta Amansız Bir Leke: Mutsuzluk


Mutsuzluğu ruhunda bir leke gibi hisseden Rıfat’ın hayali ikinci bölümden evvelki son iki bölümde ölüm kavramını ve düşünmeyi irdelediği görülür. Çocukluğunun puslu günlerine icat etmeye çalıştığı üç denemenin ardından ciddi bir şekilde huzursuzluğa tutulan ruhunu teskin etmelidir Rıfat.


“Balıkları nasıl yiyorsun anlamıyorum,” demişti Rıfat’ın sevgilisi. “Gözleri olan şeyleri nasıl yiyorsun!”


Rıfat, “Bunun üzerine düşünmeyerek, “ diye cevap vermişti açık yüreklilik ile. “Düşünmemeye çalışıyorum. Nasıl ölümü, bir gün öleceğimi, hepimizin öleceğini düşünmemeye çalışıyorsam öyle. Bazen ölümü düşünürsün ama çoğu zaman düşünmemeyi başarırsın, değil mi? Ölümlü olduğunu unutursun.” (84)


Çözüm unutmak, bilmediklerini hatırlamak, belki de hiç yaşanmamış çocukluğu aramaya devam etmektir. “İnsanın anayurdu çocukluğudur!” diyen Jorge Amado'ya katılmaktır esas olan, belki de.


Eserin hayali ikinci bölümü “Suikast” başlığını taşır ve eserin son on üç sayfasını ilk seksen yedi sayfadan ayırır. Artık gerçekler, acılar ve bunların arasına sıkışan imgeler başlamıştır. Kitapçı dükkânına gelen bir siyasetçinin elini sıkarken, parmaklarının arasına yerleştirdiği bir toplu iğneyi batıran ve beyefendiye suikast girişimiyle kodese tıkılan Rıfat’ın hayalleri özgürdür tabii. Hücresinde düşüncelere dalan Rıfat, içini kemiren düşüncelerden sıyrılmak istemez çünkü bu düşüncelerin hayatın ta kendisi olduğunu fark eder. “İnsanların ölümlü, silahların neşeli olduğu” (97) bir zamandır yaşanan ve tehlikelidir dünya. Rıfat’ın karanlık hücresindeki özlem dolu, durgun yaşamı şair Oktay Rifat’tan aldığı mektupla aydınlanacak, “bilme” başlayacaktır. Kendisini terk eden sevgilisinden mektup gelmemesi üzerine onun ağzından kendisine yazdığı mektubu (28) hatırlatan bu mektup bir iç sorgulama görevini üstlenecektir. Bulan, bilen ve yaşayan insan:


“Sevgili kardeşim Rıfat,        

Sizin için ahşap bir masa yapmaya başladım. (…) Sonra, “Ölmeden yaşanmıyor,” dediğinizi de duyuyorum. Belli ki iyimserlik de kötümserlik de birdenbire bir çağla gibi tomurcuklanıyor içimizde. (…) Bir masaya oturduğumuzda, tek başımıza ya da kalabalık, aydınlık ya da karanlık, bir masaya oturduğumuzda, yaşamaya da otururuz, lütfen bunu böyle bilin.” (98-99-100)


 

----------


Barış Bıçakçı’nın Seyrek Yağmur adlı eseri yapısı itibariyle romana, içeriği itibariyle şiire yakın durur ve imgelerle yüklü bir anlamsızlığın içinden seslenir ve bu sesleniş tam da başkişi Rıfat’ın hücresinden çıkma isteği ile somutlanarak, kendi tutsaklıklarımızı işaret eder: “Çıkarın beni! Çıkarın beni buradan!” (95)


Siyasi arka planından bağımsız olarak ele alınan ve incelenen eser, yeterince doyurucu olmasa da bir arada kalmışlık örneği sunan başkişisi ile akar. Kesintilerle olsa da akar, sürer ve biter, o noktada ‘bilme’ başlar. Unutmuşuzdur bir öykünün içinde olduğumuzu biz oysa ve aptal kutusunda boy gösteren figürlerin ahmak gülüşlerine dönüşmüşüzdür çoktan, kim bilir?


 

KAYNAKÇA

Bıçakçı, Barış. Seyrek Yağmur. İstanbul: İletişim Yayınları, 2016. Baskı.


 


No comments:

Post a Comment