July 26, 2016

Kapak Metin’i


“Dışarıda mis gibi bir hava var. Çek içine, çek, oh, doldur ciğerleri arkadaş.” Başımızın üzerinden akan dünyayı izliyorum o esnada. Adam konuşuyor. Bizi özgürlüğe götüren kamyonun kasasına dikkatle eklenmiş, yaklaşık üç metre yükseklikteki, gizli bölmedeyiz.  Bulunduğumuz yerin bir de kapağı var, yaklaşık yarım metrelik bir açıklıktan sızıyor gün içeri. Burada on sekiz kişiyiz. “Arkadaş, sana diyorum, gökyüzü çok güzel, senin de yüzün sirke satıyor ha.” Bulutlar geçiyor irili ufaklı. Kimileyin yağmur damlaları dökülüyor az da olsa, ferahlatıyor. Kararlar hayatta en zor alınan şeyler galiba. Almakla bitmiyor, neticeleri var bir de. Şu içeri süzülen örümceğin bacakları kıl kadar ince. Bu canlıyla on dokuz olduk. Henüz mola vermedik ama kendimi iyi hissediyorum. Kararım kesin, kararlıyım. Hava kararıyor, herkes kararıyor, her şey kararıyor.

Adı: Metin
Tipik Özelliği: Uzun burun


Üstüne geldiler Metin’in. Her şeyi bana anlattı. Bir öğrenci yurdunda temizlik görevlisi olarak çalışıyordu. Bıyıksızdı. Akşamları evde beyaz fanila giyer; çay içerdi. İyi niyetliydi bir de, öyle anımsıyorum. İlkokuldan arkadaştık. Her şeyimizi paylaşırdık. En çok teyzesinin onla bunla adının çıkmasına içerlerdi. Boş ver, derdim. Eden bulur. Rahatlardı. Uzun burnunu çevreleyen gözleri ışıldardı. “Boyu da kısa teyzemin, huyu kötü.” Bağlantı kuramasam da ilgiyle takip ederdim Metin’in burnunu. Burnun konuştuğunu ve Metin’in dilsiz olduğunu da içten içe düşlerdim. Bu düş anlarındaki dalgınlıkları Metin’in teybe koyduğu kaset bastırırdı. Mahsun Kırmızıgül’ün Paylaşamam albümündeki aynı adlı şarkı selamlardı bizi cızırtılar içinde. 18, 19 yaşlarındaki genç Mahsun’un acılı sesine Metin’in ince lakırdısı karışırdı bir anda. “Aşkımızı paylaşamam. Bakışını, gülüşünü ölürüm de paylaşamam.” Odanın ortasında ellerini iki yana açan arkadaşımın burnunun altındaki minik bölümden nağmeler döktürdüğüne tanıklık eder, elime geçirdiğim kaset kutusundaki yazıları özenle okurdum. Şarkı sözlerini yakalamaya, Metin’e eşlik etmeye çabalar, huzurlu hissederdim. Şarkının bitimine yakın bir suskunluk çökerdi Metin’in vücuduna ve ille de burnuna. Bir koşu, teybi durdurur, beş çekmeceli dolaba gider, en alt gözdeki emanet silahı çıkarırdı beyaz bir örtü içinden. Elinden bir kaza çıkmaması için onu teskin ederdim. “Sakin ol Metin. Eden bulur” derdim yine. Nedense “eden bulur” sözü bana sevimli gelirdi, her durum için kullanılabilecek tıynette bir cümle. Metin sakinleşirdi an an. Burnunda yer etmiş kırmızılık azalırdı. Süratle alırdım silahı elinden, yerine koyar, kasetin öteki yüzünü takardım. Yine hatırladığım kadarıyla o dönem pek çok arabeskçinin söylediği “Bal mısın arı mısın?” şarkısının neşesi dolardı odaya. “Bal mısın arı mısın, dağların karı mısın; sana bir çiçek versem, bilmem ki alır mısın?” Metin neşelenir, kısa kollu beyaz fanilasından sivrilen omuzlarını tavana yükselterek oynardı. Mutlu olurduk.


“Günlerdir tek kelime konuşmadın arkadaş. Hasta mısın? Bir şey de yemiyorsun.” Verdiğimiz molalar seyrekleşmişti. Başlarda dört saatte bir verdiğimiz onar dakikalık ihtiyaç molaları, ya hiç olmuyor ya on saatte bire kadar uzuyordu. Bulunduğum bölmenin içi ter, idrar ve aç soluk kokuyordu. Günlerdir yoldaydık ama ne kadar süre geçtiğini kestiremiyordum. Ağlayan velet sesleri (altı çocuk vardı) bölmenin duvarlarına çarpıyor, kapaktaki yarım metrelik aralıktan uçup kaçıyordu. Kimileyin yukarıdan, kapağın kıyısından atılan erzak paketlerini kapışıyordu insanlar. Genellikle benimle konuşmaya çalışan adamın uzattığı bir parça ekmekle besleniyor, hâlsizce, çömelerek bekliyordum. “Al arkadaş” diyordu adam. “Ye, güçlü olmamız lazım. Bize çizdikleri kaderi söküp atmamız için güçlü olmamız gerek.” Hak veriyordum ona, sussam da. Gecenin karanlığında, horultular içinde, yukarı bakıyor, ekmeğimi kemiriyor, arada bir parlayan yıldızları su niyetine içiyordum. Hikâyemin iyi gitmediğini biliyordum. İyi başlamayan bir hikâye iyi de bitemezdi. Bu gerçeği söyleyenin eski püskü gömleğimin altında sessizce atan, yorgun kalbim olduğunu da biliyordum. Hakikatin kendini gösterdiği böylesi anlarda, daha bir büzülüyor, dertop oluyor, yukarıdan sarkan örümceğin sessizliğine erişmeyi amaçlıyordum.


Metin’in üstüne geldiler, evet. Söylemiştim. Nasıl bu noktaya geldi işler? Metin on dört yaşındaydı. Ben on bir. Beş kardeşi vardı: Deniz, Melis, Zeynep, Melek, Nurgül. Tümü kız. İlk evlerini hatırlıyorum. Balioğlu Apartmanı’ndaki kapıcı dairesi. Yerin yedi fersah altı. Fareler, koca bir kazan dairesi, ürkütücü borular ve karanlıkta gizlenen iblisler. Günlerce evi su bastığından, çocukların ayaklarını kemiren farelerin varlığından haberdardım. Eve girdiğimde yoğun bir nem ve küf kokusu sarardı içimi. Hüzünlenirdim tabii, bir şey diyemezdim. Merdiven altındaki iki metrelik köşeye iki çivi yardımıyla bir kilim asmıştı Metin, kapı oluşturmuştu kendince. Uzandığında ayakları dışarıda kalsa da kendine özel bir oda kurmuştu işte. Ona imreniyordum. Dürüstlüğü, içtenliği güzeldi. Ona yalanlar söylediğimi düşünüyor, kendimle hesaplaşıyordum bir yandan. Kilimden kapıda desenlenmiş at figürlerine bakardım gizlice. Sonrasında bu kıl kuyruklu atların devasa farelere dönüştüğünü hayal eder, korkardım. O zamanlar Metin’in teyzesi gençti ve her gün başka bir erkekle geliyordu bu yeraltı evine. Gülüşmeler, belki oynaşmalar. Şişştler, sessiz ollar, duyacaklarlar, içeride kimse yok herhaldeler. Bizi fark etmezlerdi. Senin önce kilimdeki ata, sonra fareye, sonra da kudurmuş bir evcil kuyruğa dönüştüğünü fark ederdim sessizce. Burnunun kızarıklığı artardı. Yumruğunu sıkardın, kolonyayı alırdın eline bunu takiben. Kırık ayaklı minik masanın üstünde sotelenen kara örümceğe dökerdin bu sıvıyı. Hayvan afallardı, sonrasında kibritten yükselen ateş. Izgara olmuş sekiz bacak. Bununla da yetinmez, leşi bir bantla yapıştırır, küçük bir kutuya tıkardın. Kutunun kapağındaki minik aralıktan zayıf isler yükselirdi. Yutkunurdum. Gülümserdin. Kapağı kapatırdın. Tamamen. İçeride kimse yok herhaldeler, oflar, yapmalar. Kapağa bastırırdın. Ağlardın. Küçüktük. Kardeşlerin neredeydi? Küçüktük. Kutu içinde bir tepinme olur, bu mücadele kısa süre sonra sessizlikle yer değiştirirdi. Kutuya bakar, düşünürdüm: İçeride kimse yok herhalde.


“Arkadaş, neler oluyor dışarıda? Niye tepki vermiyorsun? İçeride kimse yok, diye mi düşünüyorlar? Bizi ölüme mi terk edecekler?” İyi başlamayan bir hikâye. Kapak kapatılmıştı tamamen. Kör bir kara çarşaf örtülmüştü üzerimize. Kara toprak serpilmişti. Kara karga leşleri dilimlenmişti. Havasızlık. Bana seslenen adam da susmuştu elbette. Bölmedeki feryat fırtınası dinmişti. İyi bitemezdi bu hikâye. Direnebilirdik belki. Hatta yanılmıyorsam denemişlerdi. On yedi kişinin tümü açmaya çalışmışlardı kapağı, kımıldatamamışlardı maalesef. Ben ve kara örümcek susmuştuk. Nefes alamamaya başladık bir müddet geçmeden. Ağır koku. Uykum ve sonum gelmişti.


Metin’in üstüne geldiler. Altını üstüne getirdiler çocuğun. Çalıştığı iş yerinde iftira attılar, iftihar edilecek adama. Baskı uyguladılar. Bir akşam beni çağırdı. Öfkeliydi. Burnu sivrilmişti. “Göstereceğim o Altan köpeğine, ekmeğimle oynamak ha!” Sabaha dek Metin’i dinledim. Sakinleşmesi için dil döktüm. Ertesi gün ağzı burnu kan içindeydi. “Üstüme çullandılar. Herkes şahit.” Altan, idare şefiydi. Yardımcısı ile birlikte Metin’i iyice benzetmişlerdi. Bu dayağı gören birçok işçi vardı. Ne yazık ki kimse şahitlik yapmadı. “Avukata vereceğim. Haklıyım, kaybetmeyeceğim.” Artık yeni bir evde oturuyordu Metin. Bu hikâyenin konusu olmayan ailesi ve kardeşleri ya köye gitmişlerdi ya da şehre dağılmışlardı. Yalnızdı. Çay içtik. Gece boyu plânlar yaptık. Avukat ayarladık bir hafta içinde. Adliyede peşine düştük. Yazılı kanıt işe yaramaz, demişti avukat. Önemli olan sözlü şahitlik. Metin’in omuzları çökmüştü. O neşeden eser yoktu. Ara sıra gittiğimiz Dürümcü Baba’da ucuz kebaplar tüketiyor, çözüm yolları arıyorduk turşu kokuları arasında. Olmadı. Metin çıldırmıştı resmen. Odasında bir kenara yığdığı ansiklopedileri parçalıyor, çözüm yok, diye bağırıyordu. Her geçen gün durumu kötüleşiyordu, elimden gelen bir şey yoktu. Ben de bunalmıştım. Artık yalnızca kafa sallıyor, Metin’in burnunun eriyişini izliyordum. Sonunda Metin’i başka bir kuruma yolladılar. Haksız olduğuna karar verildi. Amirine karşı gelmekten dolayı sürülmüştü bir bakıma. Yeni iş yerinde de her gün sayısız hakarete uğradı. Bana bile güveni kalmamıştı. Yanına gittiğim akşamlarda çay demliyor ama ocağın altını kapamayı unutuyordu. Çay demliyor ama içmiyordu. Çay demliyor ama ağlıyordu. Onu son gördüğüm gece mutluydu: “Teyzemi öldürmüş âşıklarından biri. Adaşın Mesut. Kendini de katletmiş orada. Öyle dediler. Sona erdi her şey.” Bana getirdiği çay bardağının yanında iki şeker, iki mermi kovanı vardı. Anlamamıştım. Metin’i bir daha görmedim. Belki de teyzesine âşıktı. Belki de katildi. Bunu hiç bilemedim.


“Arkadaş neredesin?” diye sesleniyorum karanlıktaki sessizliğe. Hepsi arkadaşım ve de hiçbiri değil. Yorgun uyanıyorum kara uykudan. Ne yapmalıyım? Kamyonun çukurlarda bata çıka ilerlediğini seziyorum. Ve bir duraklama. Sessizlik. Açılan kapak, çekilen sürgü. Dolan hava, vaat edilen yaşam. Nefes. Oh. Sanki yok gibiyim. Haykıran ses: “İçeride kimse yok galiba.” Ben varım, kararlıyım, karanlığın içindeyim ama varım. “Kimse yok, temiz.” İçeriyi aydınlatan bir ışık ve ölü listesi: Metin, annesi, babası, kardeşleri, teyzesi, yakın arkadaşım idare şefi Altan ve yardımcısı, altı adet kimliği belirsiz çocuk ve ben Metin’in teyzesinin sevgilisi Mesut. Köşede yanmış, ölü örümcek. İyi başlamayan bir hikâye iyi bitmiyor. Gözlerim kapanıyor, kapak kapanıyor. Mis gibi havaya boğuyorum ciğerlerimi, hoşça kalın, kapak kapanıyor, kapayan kapayana, kapıyorlar kapana, elde kalmasın, kapan kapana. Kararlıyım: Karanlığım. Metin, paylaşamam, ben de Mahsun gibi, paylaşamam. Özür dilerim, çok üstüne geldim.


No comments:

Post a Comment