Yeşillikler içinde, muazzam bir yerdi yaşadığımız. İri
gagalı, parlak tüylü, boncuk gözlü kuşlar şakıyordu tepemizde. Biri gidiyor
biri tünüyordu dallarımıza. Berrak deremizde suyumuz akıyordu. Gülümsüyorduk,
böyle öğrenmiştik. Toplanma alanına gelmiştik yine. Atalarımız, göğe uzanan ve
hayatımızı gölgeleyen ulu dalları işaret etmişlerdi ceviz ağacından yapılmış
bastonlarını kaldırarak. Gülümseyin, demişlerdi, gülümseyin. Her şeyimiz var.
Gölgemiz, yeşilliklerimiz, kuşlarımız, suyumuz, dallarda yemişlerimiz,
hayvanlarımız. Daha ne olsun, söyleyin, ne olsun. Onların büyülü sözlerinden
etkilenmemek mümkün değildi, olanaksızdı inanmamak kelamlarına. Haydi, diye
eklemişlerdi, çalışmaya başlayın şimdi.
Alkışlar, tebessümler.
Birbirine benziyordu günlerimiz. Günden güne birbirimize
benziyorduk.
Tuhaf ve ağır giysiler giyiyorduk üstümüze, parlak gri
havuçtan tulumlara benziyorduk. Toprakta beliren zümrüt rengi taşları
topluyorduk. Taşlar ışıl ışıl aydınlatıyordu yüzümüzü. Öksürenler olmuştu
bunları toplarken, yere yığılanlar. Atalarımız gelirdi aciliyet anlarında,
gülümseyin, diye kükrerlerdi bize, olumsuz düşünmeyin, gülümseyin. İçimiz
titrerdi tabii, sağa sola bakamaz, zar zor nefes aldığımız tulumlara daha bir
gizlenir, sevimli kuşların sesleriyle rahatlardık.
Birbirine benziyordu dertlerimiz. Öksürük, baş ağrısı,
yüksek ateş, vücutta irinli yaralar.
Ortada göremezdik hasta olanları, iyileşip de dönen olmuyordu. Atalarımız onları tedavi ediyor, başka bir dünyaya gönderiyorlardı çalışmaları için. Gülümseyin, derlerdi, berrak suya avuçlarını daldırıp birer yudum alarak, gülümseyin, iyi olacaksınız.
Ortada göremezdik hasta olanları, iyileşip de dönen olmuyordu. Atalarımız onları tedavi ediyor, başka bir dünyaya gönderiyorlardı çalışmaları için. Gülümseyin, derlerdi, berrak suya avuçlarını daldırıp birer yudum alarak, gülümseyin, iyi olacaksınız.
Hastalık, öksürüklü alkışlar, hâlsiz tebessüm artıkları.
**>
Bir şeyler olacağını, başka hiçbir şeye benzemeyen bir karanlığın
bizi karartacağını biliyorduk aslında. Zümrüt rengi taşlara her temasımızda
burnumuza dolan tüylü kokuda, öksürüklerimizi saran kahredici hırıltılarda ve
atalarımızın günden güne yiten özgüvenlerinde bir tuhaflık olduğunu, bunların bir
sonun işareti olabileceğini içten içe tahmin ediyor, birbirimize diyemesek de,
çaresizce olacakları bekliyorduk.
**>
Tufan koptu adeta. Günlerce sürdü yağmur. Suya benzemiyordu dökülen, koyu, sıcak, kızıl bir yağı andırıyordu. Sürdü günlerce. Yağdı. Sürdü. Ağaçlar eridi, kelleşti yurdumuz, evlerimiz yıkıldı. Atalarımız dertliydi ötede. Evlerinden çeşitli sinyal sesleri geliyor, bir yerlerle konuşmalar yapılıyordu sanki. Günlerce. Yağmur dinince hasar açığa çıkmıştı. Yüzlerimizde kızıl kesikler, elimizde kolumuzda erimiş, çürümüş parçalar.
Tufan koptu adeta. Günlerce sürdü yağmur. Suya benzemiyordu dökülen, koyu, sıcak, kızıl bir yağı andırıyordu. Sürdü günlerce. Yağdı. Sürdü. Ağaçlar eridi, kelleşti yurdumuz, evlerimiz yıkıldı. Atalarımız dertliydi ötede. Evlerinden çeşitli sinyal sesleri geliyor, bir yerlerle konuşmalar yapılıyordu sanki. Günlerce. Yağmur dinince hasar açığa çıkmıştı. Yüzlerimizde kızıl kesikler, elimizde kolumuzda erimiş, çürümüş parçalar.
Kavruluyoruz güneşin altında. Atalarımıza güvenmiştik,
onlara inanmıştık. Hain onlar, sahtekar. Ata değil hata hatta.
Ağaçlara dokunmamıştık daha önce. Gerçek değillerdi,
değillerdi. Plastik gövdeleri erimişti hemen. Onlar eriyince dört yanımızın
çorak topraklarla çevrelendiğini görmüştük hayretle. Tek bir canlının olmadığı
bir evren. Atalarımız çıktılar darmadağın olmuş evlerinden, mahcuptular.
Kırılmıştı bastonları, tebessümleri tükenmişti. Bir süredir, dediler,
cezalandırılıyoruz, olacak şey değil, düzenimizi yerle bir ediyorlar, oysaki anlaşmamız
böyle değildi.
Kafamız karışık. Berrak derenin dibinin özel bir maddeyle
kaplandığını, bunun gerçek bir dere olmadığını anlıyoruz geç de olsa. Akan su
kesilmiş, kızıl artıklarla dolmuş içi. Atalarımız telaşlı. Bugün, diyorlar,
başka bir yol tercih etmemiz gerek, yoksa hepimiz kaybedeceğiz.
Kim bunlar, kim, bilmiyoruz. Biraz rahatlıyoruz kafamızın
olanca karışıklığı içinde. İri gagalı, parlak tüylü, boncuk gözlü kuşlar
şakıyor yine. Her şeyin güzelleşeceğinin işaretleri bunlar. Kaçmışlar tufanda
demek ki. Geldiler ve bizi iyileştirecekler. Atalarımız da mutlu. Bakın,
diyorlar, huzura kavuşacağız tekrar, kuşlar ne de güzel ötüyorlar.
**>
Sistem hatası.
Yükselen siren sesleri. Yere dökülen kuşlar. Elimize
alıyoruz. İçi doldurulmuş kamera kuşlar. Birileri bizi çekiyor, canlı
yayındalar, onların sesleri dökülüyor şimdi kulaklarımıza. “İlkel kabileleri
izlemeye devam ediyoruz. Zehirli zümrüt taşların ardından sanal tufanla yerle
bir ettik kurgusal evrenlerini. Şimdi anlayacaklar kim olduklarını. Sözde
ataları pişman rolündeler. Bazıları tahminimizden daha zeki. Sonraki bölümde
kanlı bir kavga olacak. Birbirlerini yiyecekler açlıktan. Seksen dört kamera
ile canlı yayındayız. Yeni bölümler için hesabınızı yükseltmeyi unutmayın. Bizi
beğenin ve takip edin.”
**>
Birbirine benziyordu günlerimiz, öykümüz, öykülerimiz.
İnanmayın, diyordu atalarımız. Asıl hain onlar. İnanmayın,
güzel günler göreceğiz.
Kızıl kesiklerimiz, çürüklerimiz, yaralarımız sızlıyordu. Kafamız karışmıştı. Kime inanacaktık?
Kızıl kesiklerimiz, çürüklerimiz, yaralarımız sızlıyordu. Kafamız karışmıştı. Kime inanacaktık?
(İnanmasak olmuyordu.)
No comments:
Post a Comment