Açıkçası toplumun değer yargılarını pek umursamıyordum o
günlerde. Seni gördüğümden bu yana aklım karışmıştı. Un ufak olmuştu düşünce
bütünlüğüm, karışıyoracakmıştım. Bu kadar dağılmaya gerek yok, okur okuyamaz
yoksa, kötü der, yaftalar hızla, hazla, bu ne biçim öykü der, ben daha iyisini
yazarım der, der elbette.
El ele tutuşmak. Tutuşmak ancak bu kadar anlamlı olurdu.
Tutuştuk el ele. Gel, dedin, gel, seni başka bir diyara götüreceğim. Yol
yoktur, gel, yol yürümekle yapılır. (Af.1*) Çıplakmış/ım yahut türlü türlü
günahlar işlemiş de enselenmiş/im gibi dağınıktı zihnim. Büzüyordun
dudaklarını. Senin, dedin yüzün çirkin. Yüzün bir cehennem çiçeği. Dağılmış,
parçalanmış, yakılmış. Gözlerinin akı erimiş, boncukları ölmüş. Hâlâ nasıl olur
da bu kadar güçlü kalabilirsin? Yürüdük kanal boyu. Ellerin örneğin, sanki bir
kütüğü tutuyorum, acıtıyor ellerimi, kanatıyorsun. Sana ne yaptılar, ne
yaptılar? Gülümsedim, Attilâ İlhan
dedim içimden, konuşsam ağzımın kenarı kayardı, utanırdım. Dizeleri mırıldandım.
Sana ne yaptılar, sana ne
yaptılar?/Kirpiklerin ıslanıyor durup dururken. Böyle edebi alıntılarla
öykümü doldurmak istemedim ama durduramadım kendimi. Bir bıçağın ağzında yürür gibiydin/Demirlerin soğukluğu soluk
dudaklarında/Gözlerinde karanlığı dar hücrelerin/Seni görür görmez
özgürlüğümden utandı. Efendim, dedin, duymuyorum, anlamıyorum seni. Sende
beni çeken ne, bilmiyorum. Konuşmuyorsun ki göreyim ruhunu. Sözcükler aynadır
bir bakıma. (Af.2*)(Yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştım her şeye aforizma
soslu yaklaşımına) Beni tüm ruhunla dinlediğine inanıyorum ama. Bu yönünü
seviyorum. Elimi sıktın, pütür pütür kepeklendi, uçuştu derim. Canım
yanmıyordu, huzurluydum. İlerledik. Kestane ağaçlarının kıyısında mola verdik.
Kararıyordu hava. Kara bir çuvaldı gece. Kararıyordu içim. Karalı kaç cümle
kullanacaktım, kararsızdım. Eline aldığın kestane meyvesi koyu yeşile
çalıyordu. Dikenli şekli seni bir güldürdü bir güldürdü ki çimlerde debelendin.
Aynı senin burnun, dedin, hahaa, aynı senin vücudun, her yerin böyle diken
diken, bir de yeşil olsaymışsın, hahaa, uzaylı bir kestane yaratığı olabilirmişsin,
hahaa. Kusacak gibi oldun. Sakindim ben, olgunlukla karşılamaya çalıştım seni.
Ağzından beyaz köpükler çıktı bir ara. Paniğe kapılmadım, dirayetimi korudum. On
dakika kadar soluğun kesildi sanki, bunu takiben derin bir uykuya daldın. Seni
inceledim. Hırıltılarımdan başka bir şey yoktu içinde karanlığın. Çillerin
vardı ışıl ışıl parlayan, onlara dokunmuştum, yüzünü kanatmıştı pençeden
ellerim. Ağzından sızanlar her soluğunda çenenden aşağı kayıyor, seni daha
alımlı kılıyordu. Omuzladım neşeli gövdeni, gitmemiz gerekiyordu. Daha önceden gelmiş
olsan, çıksan karşıma, uzak dururdum senden. Benim gibilerin sevmeye hakkı
olmaz derdim ama olmuyordu işte. Un ufak olmuştu düşünce bütünlüğüm. Seni
gördüğümden bu yana aklım karışmıştı. Açıkçası toplumun değer yargılarını pek
umursamıyordum o günlerde. Sen vardın her şeyin içinde. Alay etsen de benimle,
anlamadığımı düşünsen söylediklerini veya bunu dert etmesen de ortak bir noktaya
doğru birlikte çizilmişti kaderimiz. Hayvansı görüntümün derinliklerinde,
acınası bedenimin çürüyen etlerinin titremelerinde hissediyordum bunu,
biliyordum.
Gözlerimi açtığında gözlerini açmıştın, iki iri yaşam
meyvesiyle, iki çürük ölüm lekesini, gözlerimi, inceliyordun. Çok anlamsızsın,
dedin, saatlerdir uyuyorsun. Uyuyorsun demeyelim de can çekişircesine
inliyorsun diyelim. Bu daha doğru bir tanımlama. Ne ettimse uyanmadın,
hissetmiyorsun bir şey. Kalan birkaç tel saçını yoldum, bana mısın demedin, dökülmek
üzere olan el tırnaklarını kopardım, yüzünde tuhaf bir gülümseme oluştu. Manyak
mısın sen? İnsan, acılarının toplamıdır. (Af.3*) Sende bir şey kalmamış acı
namına. Sessizlik. Bana yönelttiği anlamsızlık suçlaması. Güneşin ışıkları.
Üşüyorum, ele ele tutuştuk, yürüdük. Ellerin, dedi, acıtıyor canımı. Kendi
aforizmasını anımsayıp onun derinliği içinde boğulmasını diledi öfkeli kalbim.
Ucuz Decathlon çantasından bir
çamaşır ipi çıkardı. Pembe renkli ipin düğümünü sevimli dişleriyle, leziz
dudaklarıyla çözdü. Bundan sonra bu ip bizi birbirimize bağlayacak, senin
boynuna geçiriyorum ama yanlış anlama. Benim elimde olacak bir ucu. Ben
geçirirsem boynuma yanlış anlaşılır, biliyorsun. İlişkimiz, eğer bu bir
ilişkiyse, içerisinde kimin baskın taraf olduğunu tayin etmeye çalışıyordu. (Ne
ara, altı yedi satır olmuştu –bunu bilmeyecek ne var- sana seslenirken, o
olmuştun, bu kara şeylerin habercisiydi galiba.)
İpi boynuma bağladı. İlerlemeye devam ettik. Gel, dedi
bağırarak, buraya gel aptal. Sana o kanala gitmek yok demedim mi? Kanala
gitmiştim demek ki. Su yok denecek denli azdı. Islanmamıştı üstüm başım. Aptal,
dedi, aptal mahluk. Sözümü dinleyeceksin. İpin benim elimde. Pek gülümsemiyordu
nedense. Kanalda yürürken sağ yanımda kocaman bir tünel gördüm. Tünelin girişinde
sırtımı duvara dayadım. Belki, dedim, belki ona biraz olsun sarılma imkânı
bulurum. Belki biraz yumuşar aramız. Ne, dedi, ne bakıyorsun öyle? Kollarımı
açmış onu bekliyordum. Yürüyordu üstüme doğru, nefretle doluydu saçları, tel
teldi. Ben sana sarılırım elbette ama insanlara ne deriz, nasıl anlatırız bunu,
olmaz. Toplum bireyin ailesidir. (Af.4*) Onların uygun bulmadığı bir şeyi
yapamam. Yine de ilerlemeliyiz, bu nedenle ipe sıkıca sarıl, ben de diğer
ucundan sarıyorum onu. Hisset beni. Gitmeliyiz.
Yolculuğun sonrasında vücudumun ağırlığını hissetmez oldum.
Sürüklendim, taşa toprağa, şerefli insanoğlunun, o güzel, yakışıklı, temiz,
imrenilesi insanların artıklarına, çöplerine bulandım. Umudumu yitirmiştim, var
mıydı ki sahi? Beni kimsenin sevmesinin mümkün olmaması hakikati gibi kimsenin
de kimseyi gerçekten sevmesinin olanaklı olamayacağını gövdemle hissetmiştim.
Sarsılarak, daha da parça pinçik olarak anlamıştım bunları. Açacak gözüm de
kalmamıştı. Yok olmak üzereydim. Bazı adamların sesleri dökülmüştü işitmez
kulaklarıma. Kahkahalar. Soru işaretleri. Onun, senin, okurun ahmakça yaşayışı.
Tümünüzün çirkinliği, hepinizin sahteliği.
Boynumdaki ipin keskinliği arttı. Belki onun da boynuna
geçirdiler bir ip. Göremiyorum. Görmeyince daha güzel, daha olumlu bir son
olamaz mı? Olamaz. (Net bir yanıt)
Ne oldu ona, nereye gitti, yolculuk nerede başladı, bitti?
Bitti. Ellerin de titriyor, bir şeyin mi
var
(Af.5*) Ölüm her şeyi eşit yapar. (Af.5*) Gökyüzünden
aforizma yağıyor, neyse ki öykü bitti.
*Aforizma
No comments:
Post a Comment