April 11, 2014

LUCİE

Nefes nefese nefis bir kalıştı bu. Ah, Lucie! Seni bulmamalıydım. Kırmızı tuğlaları dökülmüş, pası akmış eğri kulelerin dibinde yatıyordun. Koyu bir geceydi bu, unutmuyorum. Kulelerin tel tel yükselen gölgesinde kaybolmuştun işte. Kısık gözlerinle şarkı söylüyordun ki bu esnada bir kara peçe ile örttüğün ağzını seçemiyordum ben...

Şarkı, pembe boyalı panjurlara tutturulmuş acı saksıdan sızan su idi. Bacaklarını daha bir toparladın, dertop oldun. Üç sarhoşun biri az ötede içini döktü her anlamda. Gelater’cinin önü kalabalıktı Lucie. Tazı benzeri bir köpek tiz bir ses peydahladı. Sahibi olan sarhoş kadın kaldırıma düştü. Yuvarlandı. Sidik kokuyordu kadın; hamur leğeninden göbeği katmerlenmişti. Sarhoşları inceledim dikkatle. Karanlığa küfreden son sarhoş yerdeki kadını kaldıracakken, yandaki inşaat çukuruna çakıldı. Demirden ve plastikten örülü perdeyi nasıl deldi bilmiyorum.

Lucie, onların acıklı halini göremedin sen. Şarkını da kestin yarıda. Neden? Derken seni yerden kaldırdım bir hamlede. Kafan titriyordu ve bedenin. Sırtladım seni, kör geceyi aşmak için. Academia’nın sağ çaprazındaki Neptün Çeşmesi’ne  vardık. Öptün beni çeşmeden sızan su sesinde.

Sırtında seni yüklenen bir adamla yolculuk ediyordun. Nefesinin ayak izleri boynumdaydı Lucie. O gece tüm şehri dolaştık. Basilika’nın başladığı noktaya geldik. Yukarı doğru tırmanan dört kilometrelik merdiven dizisini takip ettik. Sırtımda yürüyordun. Her adımda biraz daha yaşlanıyorduk, yıllanıyor, yıpranıyorduk. Çöken basamaklara dolmuştu nem kanlı canlı.

Seni götürmem gerekiyordu.

Takatim kalmamıştı son basamaklarda, adımlar dikleşiyor hatta bulanıklaşıyordu. Aziz Pederson’un kutsal naaşı işte bu metalin altında gömülüdür Lucie. Santo Stefano. Görüyor musun? Dua et Lucie, kurtulacağız. İşler istediğimiz gibi gitmedi. Gün doğacak birazdan. Dua edelim.

Dizlerimi kırıyorum ve parmaklarımı birleştiriyorum. Ne olur, olsun bu! Titriyorsun ve yeşillenen çalıların kıpırdanışına takılıyor gözlerim. Her şey ne de güzel! Çimlere uzanıyoruz. Seni yanıma yatırıyorum ve ürperiyoruz. Kuşku yok. Başka bir izahı yok artık. Kıvrılan nice yolların, duvarları yazılı –inadına ve özgürce- yolların başka bir anlamı yok. Yol yok Lucie. Ve başka şeyler. Dinliyor musun? Senin dudaklarına da bir parça papatya tıkıştırıyorum. Yaşamak güzel. Şüphe yok. Kara peçe ile örttüğün ağzına ve geceye ne oldu? Yol yok Lucie, şüphe de kuşku da yol da yok. 

(Yol sözcüğüne inat yok sözcüğü daha makul. K, L den evvel gelmez mi lûgatte Lucie?)

Sen varsın.

(Var, yok. Yok-tan- var. Olmak yok.)

Koyu bir gece var. Üç sarhoş, muhakkak, var. Eğri kuleler ve gölgeleri de. Ben yokum Lucie! Kullanılan ünlemler var olsa olsa. Ne olursa olsun, yürüsem de, seni sırtlasam bile yokum. Gece var, var. Kılı kırk yaran sulu gözlerin var. Pembe boyalı panjurlara tutturulmuş acı saksıdan sızan su var.

Şehir, şiir ve zehir var.

Öykü yok.

Sen varsın.


No comments:

Post a Comment