December 24, 2014

DAMLA

“Kebabını sevdiğim!” Ali Dayı’ya böyle seslenirdim. Böyle. Başı önünde, mütevazı biriydi. Küçük dükkânında, derme çatma, hasırdan bir güneşlik, bir avuç cin biberi olurdu her daim. Yakardı damağımı, iki buçuk litrelik kola şişesine sığdırılmış sudan içerdim oluk oluk. Kebabını sevdiğim. Az konuşur, ne düşünür, ateşe sürdüğü etlere bakardı ben konuşunca. Yüzünü seçemez, kahrolurdum, kahrolurdum! “Tek ekmek olsun Ali Dayı.” Bilirdim bunu sormak istediğini. Kebabın etinin hazırlanması, ince ince kıyılması, el maharetiyle harmanlanması zaman alırdı, beklerdim. Başını bir makine edasıyla çevirirdi şişlere, beni şişleyecek sanırdım, havadaki arsız kuşları, sokak eşkıyalarını, öyle bir dönemdi, dükkân sahibini deşecek diye umardım, şişleri islenmiş ve et kokulu eline alırdı. Yağlardı bir güzel. İzlerdim. Onu izlediğimi biliyordu, bunu bilirdim, hasırdan dökülen güneş ışıkları, yeryüzünde ziyan olmuş halde, üstüme şiş şiş, adana, urfa, ciğer, dökülürdü, kokardım, korkardım.

Bir şey oldu Ali Dayı’ya. Gelmedi dükkânına bir hafta. Her gün önünden geçtim ekmek teknesinin. Kolum bacağım kırıldı, yoktu. Minik oturakların, kirli örtülerin yerinde birkaç tombul kedi keyif çatıyordu. Gözüm döndü, kaldıramadım olanları, elimdeki gazoz şişesini kedilere fırlattım. Miyavladılar, gazoz şişesi dağılıyordu, her bir parçası yine bir şiş, birer kediye saplandılar. Kediler cansız, vitrin kedileri, dokuz kere arsız, boylu boyunca, ölümüne, uzandılar. Mahalleyi istila etmişti bu kediler ve ben Ali Dayı’nın sırrını şu an keşfedecektim. Suriye’den göçen bebelerden Mirfan’ı gördüm az ötede. Elinde bir çikolata kabı, onu kemiriyordu, cebimden bir lira çıkarıp ona uzattım. Anlat, dedim kendi dilimde. Anlattı, kendi dilinde. Anladım, anladım. Kedileri işaret etti, ölüydüler, elini dürüm yaptı, kendi kendini yiyecekti, ağlıyordum dinlerken, savaşlara, çocuklara, açlığa yanıyordum, midemden gaz gaz atarken gazozu, Ali Dayı’yı resmettiğini düşündüm Mirfan’ın, biliyordum. Ali Dayı’nın tezgâhını dağıtmışlardı mahalledeki çakallar. Bir de söylenti çıkarmışlardı, Ali Dayı kediden yapıyor kebapları, diye. Mirfan anlattı, ben anlamadım, ben aldattım, Mirfan ağladı, damlalar, başını okşadım, ben ağladım, damlalar, tuhaf görünümlü bir kedi yıpranmış hasırdan düştü yere, ölüm gördüm kedinin dilinde, dört ayak, ölen kediler ayaklandılar.

Tuhaf zamanlardı atlatılan ve masallardı anlatılan, tuhaf.

Ertesi hafta, temiz, mis bir hafta, Ali Dayı’yı gördüm, bir neşelendim, bozuk kaldırımın çukurlaştığı noktada peşinden yürüdüm. Fark etmedi, kambur bedeni, ne nedeni, öne kıvrılmış yürüyordu aceleyle. Durdurdum. Küçük bedeni ve kocaman gözleriyle ağladı. Her yeriyle ağladı, gözleri şişesiye dek ağladı. Ağladı anam babam ağladı. Şiş olmuş gözlerinin şişi, aklıma gelen kebaplar, her şey şiş, her şey şiş. Sarıldım ona, kebabı saran dürümün nezaketiyle. Durumu gülünç kılmak işe yaramadı, ben de ağlıyordum, acı soğan kıvamında. “Lekelediler şerefimi.” Nasıl da haykırdı bu cümleyi! “Öldüreceğim.” dedi bunu takiben. Onu sarmalayan ellerim çözüldü, durdum, her haltı alaya almaktan gelmişti gına, susacaktım, gidip ne kadar konuşmam varsa, ne kadar konuştuğum, susacaktım, konuşmuşluğum, kokuşmuşluğum varsa, hepsini, alayını asacaktım. Şimdi değil, değil, hep, daima sonra. “Özdemir Asaf diyor Ali Dayı, bir yerlerde okumuştum: ‘Damla, kendini tamamlayınca damlar.’ Bekle.” Cevap olarak arka cebindeki şişleri gösterdi, gülümsemedi.

Mirfan’ın çığlığı ile sarsıldı mahalle bir akşam, kara karanlıktı. Mirfan ağlıyor, nedenini bilen yok, Mirfan ne oldu, anlamaz ki, ne oldu Mirfan, bu damla ne zaman tamamlanacaktı Sayın Asaf? Bozuluyordu asap! Kendi tezgâhının orada Ali Dayı, kara kara örtüler altında cansız yatıyordu. Mirfan titriyordu, nasıl titrenirse öyle, hepimiz oradaydık, ölümün geleceğini bilenler, bunu Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanından hatırlıyordum. Santiago Nasar Dayı da orada katledilmişti, herkes biliyordu, alayı. Aklıma bu bağlantı geldi ölünün başında, kitaptan birkaç satır okudum dua niyetine. Mirfan’a sarıldım, hâlâ ağlıyordu. Ölü kedi cesetleri ise beş adım kadar yandaki diğer bir kara örtünün altında, hani canlanmışlardı, istirahat ediyordu. Açtım örtüyü, tüm kediler birbirine şişlenmişti, şiş kedi, delik deşiklerdi, şaşırdım, Ali Dayı ise son eseri olarak kendisini tamamlamıştı. Bedenini delen şişler, vücuduna serpiştirdiği baharatlar, soğan, domates parçaları eşliğinde bir kebap olmuştu. Ölüm kokuyordu bu defa. Karanlık kokuyordu ve de. Sessiz ve meraklı kalabalığı yaran birkaç karanlık kılıklı çakal, hınçla, cesetleri götürdüler. Arabalarından kova, bir kalıp sabun ve fırça çıkarıp k/alanı temizlediler. “Kebabını sevdiğim!” diye bağırdım giden aracın ardından, ağladım, damlalar, ağladım, Mirfan’dı artık beni teskin eden, birkaç canlı kediye bile sarıldım.

Öldürecekti ama kimi, kimi? Kendini mi, kedileri mi, çakalları mı? Onu kim öldürdü, kendi mi, kediler mi, çakallar mı? Ben, kimim ki, nereden bilecektim?

Mirfan’a bir lira uzattım, gülümsedim, gece de öldü.

Ertesi sabah yeni bir adam geldi tezgâha. Kebap şişlerini dizdi, çirkindi, bakımsızdı. Midem kazınmıştı, oturup bir kebabını yedim, güzeldi, çok güzeldi, yıllardır beklediğim, yemek istediğim kebap buydu, buydu kebap.

(Son lokmamda, “miyav” eden hain bir kedinin kesik kuyrukla tezgâhın ardından çıkması, yeni dayının sırıtışı, kusuşum, şüpheler. Bunlar anlatılmayacak şeyler…)

No comments:

Post a Comment