May 27, 2015

BAŞKUSUR

"Bir şey daha. Sembolizm falan yoktu. Deniz denizdir. Yaşlı adam yaşlı adamdır. Çocuk çocuktur ve balık balıktır. Aynı şekilde köpek balıkları da sırf köpek balıklarıdır. İnsanların sembolizm dediği şey saçmalık. Bundan ötesini ancak zaten biliyorsan görürsün.”
                                                           Ernest Hemingway’in Bernard Berenson’a yazdığı mektuptan, 1952

Siz başınızın bir karış üstünde beliren ağaç kanadının şefkati altında dinleniyordunuz efendim. Çimlere ve cılız papatyaların hemen dibine oturmuştunuz. Ben arkanızdaki demir sürgülü pencereden sizi izliyor, bunları yazıyordum. Yanı başınızda oğlunuz vardı ve kaygılı görünüyordu küçük gözleri. Sol kolunu dayadığı tahtadan değneği, koltuk altındaki genişliğini yere yaklaştıkça kaybediyordu. Siz sol elinizde tutuğunuz küçük asanızı hafifçe dizden kırdığınız sol bacağınıza dayamıştınız. Yüzünüze vuran rüzgârı yazıyordum şimdi de. Burnunuz ve kırlaşmış saçlarınız parlıyordu, dinçleşiyordunuz. Galiba yelin esintisi içeri, yazı masama dek gelmişti. Bir de oğlunuzun yumak halindeki sol el parmakları sağ omzunuzdaki çukura dayanıyordu. Sizi yazıyordum. Sağ elinizin işaret parmağını havaya kaldırarak burnunuzun hizasına denk getirdiniz efendim. Rüzgâra ve olacaklara karşı koymak istediniz. Sizin yaşlı ve huzursuz bir adam olduğunuzu biliyordum aslında. Üçerli dört sıra küçük kareden oluşan pencere sürgüsünün bitimine rastlıyordu sol ayağınızın bileği. Göremiyordum ayaklarınızı. Tedirgin oluyordum. Buna engel olan şey zeminin engebeli yapısıydı. Ayaklarınız çukurda kalıyor ve kayboluyordu. Göremiyordum. Göremediğimiz şeylerin körü oluyorduk bir bakıma. Bunları yazmak bile zor geliyordu. Yazı masam pencereye dayalıydı. Sizi görüyor, anlamaya çalışıyordum. Ayaklarınızı göremiyor, ağlamaya çalışıyordum. O genç sizin oğlunuzdu değil mi? Öyle olmalıydı.

Az evvel yazıyor, şimdi duyuyordum. “Her şey evlat” dediniz tok bir sesle. “Her şey göründüğü gibidir.” Boğazınızı temizlediniz kısa bir an. Oğlunuzun kaygılı gözleri iyice açılmıştı. Fark etmiştim. Size kol kanat geren ağaç dalındaki çıtırtıyı duymuştum. Ağacın yeşil ve sarı tonlarındaki yaprakları gövdelerinize yağıyordu. Ne yazacağımı, ne yapacağımı bilemiyordum. Yaprak içinde kalmıştınız. “Yaprak yalnızca yapraktır örneğin.” Oğlunuz koltuk değneğine biraz daha dayanıverdi. Size, havaya, sözcüklerinize, uçuşan yapraklara ve belirsiz yazgınıza doğru ıslak gözlerle baktı. Yeşil, canlı yaprakların ağaçtan kopmaması, ölümlü bedenlerinizi kaplamaması gerekiyordu bu durumda. “Şuraya bak” dediniz işaret ettiğiniz yeri kast ederek. “Şu evin bahçesinin efsunlu olduğunu söylüyorlar. Oradaki kocakarı yüz yıllar önce yanarak ölmüş ama ruhu hep oradaymış sonsuza kadar.” Soluklandınız. Asanızın topuzunu nemli elinizde döndürdünüz. “Böyle bir şey olamaz. Bunları anlaman gerek. Bunlara inanmaman gerek.” Hakkınız vardı ve etkileyici konuşuyordunuz efendim. Oğlunuz ürpermişti sözlerinizin etkisi karşısında. Saçlarına doluşan -yaprakların arasında var olup ağaç başının yaprak saçları arasında dolaşan- böcekleri hissetmişti. Yürüyorlardı, göremiyordum, yoruyorlardı, bilemiyordum. Biçimsiz kafasını ağacın kalın gövdesine çarptı oğlunuz. Susuyordum durmadan. Kalemimi kıracaktım. Sağ elinizi hiddetle kaldırıp oğlunuzun boynuna götürdünüz. “Kalk aptal. Kalk.” Devam ettiniz sözlerinize ve ben öykünüzü yazıyordum şimdi. Oğlunuz o efsunlu bahçeye girmiş, kocakarının hayaleti ile karşılaşmıştı. İnanmıyordu böyle şeylere, görünce dili tutulmuştu. Kocakarı iri elleri ve parlayan gözleri ile bağırmıştı oğlunuza. Konuşmamış ama bağırmıştı. Ağaç gövdesi boyundaki bacakları, dal budak tırnakları, yaprak yaprak tükürükleri, kök misali alacalı eteği ile konuşmadan bağırmıştı. Sonra ufalanmış, dağılmış, toprağa düşmüş, yok olmuştu. İnanmamıştınız efendim, oğlunuzun kaçtığı esnada düştüğünü, öldüğünü kabul etmemiştiniz. Kocakarının varil büyüklüğündeki gözlerinden akan merhamet gözyaşlarının oğlunuzu dirilttiğini inkâr etmiştiniz. Sonra oğlunuz eve gelmişti. Bir değişmiş, bir insancıllaşmıştı. O güne kadar verdiğiniz tüm eğitim, tüm gerçekler, hakikat, ilim boşa gitmişti sanki. Delirmiştiniz. “Kocakarı” diyordu evladınız. “Beni iyileştirdi baba” Böyle öğretmemiştiniz. Her şey anlamsızlaşıyordu. “Doğru mu söylüyor?” diyordu bir yanınız. “Acaba, hiçbir şey göründüğü gibi değil mi?” Aklınız bulanmıştı. Oğlunuzu odasında bulamadınız bir gece. Yoktu. Görünmüyordu. Sabaha dek onu aramıştınız sokaklarda. Gözünüz kanlanmış, göz damarlarınızda kırmızı çatallar oluşmuştu. Yoktu. Sonunda çaresizce bahçenize dönmüştünüz. Büyük ağacın altına oturmuştunuz nefeslenmek için. Ağacın sarsıntıyla titrediğini ve sanki ağladığını anlamış, hissetmiş, görmüş, fark ve idrak etmiştiniz. “Olamaz” demiştiniz. “Her şey ne ise ancak o olur. Ötesi değil.” Kaçarcasına yatağınıza sığınmıştınız. Üstünüze örttüğünüz ince yorganın altında korku ile beklemiştiniz. “Baba” demişti oğlunuzun sesi ve “baba” demişti yaşlı bir kadın sesi. Örtüyü çekip almıştı üzerinizden tuhaf bir güç. Karşınızdaydı şimdi kocakarı ve oğlunuz. El ele tutmuş, size bakmış, gülümsemişlerdi. “Baba, bu senin kızın.” sözlerini ağzını kımıldatmadan söylemişti oğlunuz. “Şeytan” diye haykırmış ve yastığınızın altına gizlediğiniz keskin bıçağı fırlatmıştınız kocakarıya. Bıçak, tırtıklı ve paslıydı. Bıçak, yeryüzünü kesebilecek kadar narindi. Bıçak, tüm ölümlüleri ve ölümleri, tüm zalimleri ve zulümleri, tüm meyveleri ve alkışları, yalandan gösterileri kesecek kadar sessizdi.

Kocakarı yoktu. Görememiştiniz. Göremediğiniz şeylerin körü olmuştunuz efendim. Oğlunuz kanlar içinde yere yığılmıştı o vakit ve dışarıda büyük ağacın dallarının göğe uzandığı karanlık noktanın bitiminde sarı renkli bir ay belirmişti. Çıldırmıştınız. Çıldırmıştınız. Oğlunuz o günden sonra sakat kalmıştı ve asla konuşamayacaktı. Göğe tombul bir ay oturmuştu sonraki gecelerde ve bu ay beyaz bir hayaleti çağrıştırmıştı size. Her gün şişen, rengini ve ahengini, derinliğini yitiren derinizle yere, ağacın altına, çömelmiştiniz nemli bir gece yarısı. Karanlıktı ve kendinizi, saçlarınızı, geceyi, kusurları suçluyor; E. M . Cioran’ın sözünü duyuyordunuz: "Asıl doğal olmayan, azgın bir yaşama iştahıdır; vahim bir kusur, başkusur, benim kusurum."* Ağacın dalı acı acı dökülmüş, yılan yılan oturmuştu boynunuza. Boynunuz kabarıyor, kabarıyor, etli ve pıtırlı bir tomurcuğa dönüveriyordu. Ben sizin canınıza kıymanızı önleyecek cümleler arıyordum. Kalemimi kıracaktım neredeyse, zamanı ve anlamı kaybetmiştim. Sara nöbeti geçirircesine kıvranıyordunuz, ağzınızdan dökülen beyaz köpüklerle köpürüyordunuz, yeryüzü geminiz kabarmış, alabora olmuş, ilelebet bitmişti. Bir önceki cümlenin yüklemi karşılamıyordu olanları. Varlığınızın soğuduğu bedeninizden kocakarının iştahlı ruhu yükseliyordu ağaca doğru. Bunu da yazmam gerekiyordu ve sonrasında, adım adım, kocakarı bana yaklaşıyor, sessizce haykırıyordu: “Baba” Kalemi fırlatmak ve onu öldürmek istiyor, yapamıyordum, kalem sanki kalem değil benim dalımdı, ben bir ağaçtım, kalem gitmiyordu, kolum kalem, kolum gitmiyordu, yapamıyor, yapamıyordum.


*E. M. Cioran // Ezeli Mağlup -Söyleşiler- (Sayfa 100)
                                             Metis Yayınları, 2. Basım, Şubat 2012

No comments:

Post a Comment