May 24, 2015

KÖRLEYİŞ




                                                           “İnsanın anayurdu çocukluğudur.” Jorge Amado

“Bu kim, ben miyim? Bilmiyorum. Gerçekte olanlar neydi, evrenin içindeki göz müyüm? Ama ben başkalarını hissedemiyorum.” derken, bu cümle yığınını kurarken, sarsıldı, yere düştü. Bir müddet bekledi. Art arda sorduğu soruların ilişkisizliğini fark edecekti sol bacağında yer eden eziği ovuştururken. Eteğinin dikişlerine ilişti gözleri. Eskimiş, yıpranmış. Sağ ayak bileğinin bir parmak yukarısındaki yara izini görmek istemedi, bakmadı. “Küçükken, kaynar…” Cümlesini tamamlaması gerekmiyordu. Eteğini düzeltti oracıkta, ayaklandı. Etrafına baktı, bakmıyorlar. “Bu iyi” dedi “Hep bakarlar.” Canı acımamıştı, kaşlarını burnu hizasında büktü, dudaklarını burnunun iki yanından süzülen yüz çizgileri ile buluşturdu, gülümsedi. “Bu gülümseme gerçek değil, değil” Bir sonraki adımını düşündü, yüzü düşer gibi oldu, kirlendi bakışları. Etrafına baktı, bıkmıyorlar. “Bakmaktan, bakmaktan, gülmekten ve küçüklükten bıkmıyorlar.” Tespitini başıyla doğruladı. Sol kolunu dirseğinden kırarak başının üstüne götürdü, boynunda uzayan kolyesi şangırdadı. Birbirlerine bakıyorlardı arkadaşları, ona değil. Renkli kıyafetler giymişlerdi, kadın arkadaşı onları kaydeden kameraya bakıyordu. Dudaklarını yok eden koyu bir boya ve keskin kokular sürünmüştü. Elini kalbine götürüyor gibi yapmıştı. Saçları görünmüyordu, saçları var gibi hissediyordu. Erkek arkadaşı ise ellerini iki yana açmış, defalarca avlanmış bir deniz canlısını andırıyordu. Bu erkek arkadaş ona ve diğer kadın arkadaşa bakıyordu. Gömleğinin cebindeki mendile de baktı ve bakabileceği şeylerin tükendiğini düşündü. “Beni sandalyeye çıkardılar ve etrafımda döndüler.” Dakikalarca dönmüşlerdi etrafında. Hızlı hızlı anlatmaya çabalıyordu. “Soyundular bir anda. Takım elbiselerini, şirinliklerini, borç ve öçlerini attılar bir yana. Renkli kıyafetlerle örtündüler. Utanmadılar. Alabildiğine güzeldiler.” Kamerayı koymuşlardı yüksekçe bir yere ve olanları o açıdan, kameranın görebileceği ölçüde sunuyorlardı izleyicilere. Farkında değildi bunun. Kimin, neyi, nasıl ve neden izlediğini bilmiyordu. Devam etti. “Bunlar benim arkadaşım olmalıydı, dedim kendi kendime. Bana benziyorlardı. Sonra, sonra kovalamaca oynadılar. Onları izlemek keyif veriyordu. Onlar benim arkadaşımdı. Sonra, erkek arkadaşım kadın arkadaşımı yakaladı.” Kamera görüyordu bunu. Duvarda dikdörtgen tuğlaların yan yana dizilmesiyle oluşan bir dekor göze çarpıyordu. “Bana bağırdılar. Bakma, dediler. Görüyorsun.” Kafasına minik bir sopa fırlatmışlardı. Kafasını çevirecek oldu, öfkelendiler. “Bakma” dediler. “Görüyorsun.” Şaşırdı. “Gerçekten mi?” dedi “Görüyor muyum?” Önüne ve işine bakıyordu. Sesler kesildi. “Neredesiniz?” Yanıt yoktu. Yanıt yoksa itaat da olamazdı. Kafasını çevirdi. Yüzlerce ayçiçeği vardı odada ve hepsi birer gözü hatırlatıyordu. “Hani, sivri dişli bir kedi vardı. Sadece sana ve bana geliyordu, hatırladın mı?” Kurduğu cümlelerle eş zamanlı tatbik ettiği uzun adımları bana yöneldi. Öyküde ilk kez bana sesleniyordu biri. Şaşırmıştım. Yanıma çöktü. Ellerimi ellerinin arasına aldı. “Hatırladın mı?” dedi ısrarla. Dudakları leziz reçellere benziyordu. Yanımız yöremiz ayçiçekleriyle çevriliydi. “O kediye Prenses derdik. Tüylerini kabartarak geçerdi tellerin altından. Günün birinde kayboldu. Unuttun mu?” Aynı sorunun farklı şekillerde yinelenerek yöneltilmesi beni yormuştu. Dudaklarımı hafifçe kımıldattım, dilimle ıslatarak nemlendirdim. “Kaybolduğunu öğrenince çıldırmıştık. Ne yapacağımızı bilememiştik. O esnada bahçesinde hayaller kurduğumuz apartmanın üç numaralı dairesinde oturan yaşlı bir kadın kaynar bir suyu balkondan aşağıya boca etmişti. Toprak cıvık bir çamura dönmüştü. Birbirimize sarılmıştık. Hissettiğimiz şeyler vardı, adını koyamıyorduk. Neyse, kedimiz Prenses bir süre sonra kör bir gözle çıkagelmişti. Tüylerinin parlaklığı sona ermişti. Sol gözünde derin bir oyuk mevcuttu. Ona bakamıyorduk, daha doğrusu onun bu eksilmişliğini, yarımlığını ona hissettirmek istemiyorduk. Prenses, çok uzun bir süre yerinden oynamadı. Taştan, kör bir heykel oldu ve yaşama hevesini yitirdi.” Öksürdü ve konuşmasını sürdürdü. “Sonra bir gün, anmak istemeyeceğimiz bir gün sivri bir taşın yanında gördük Prenses’i. Böyle yarım yanlış yaşanamayacağını, tamamlanması gerektiğini hissetmiş olmalıydı. Boynundaki kolyesi şangırdıyordu. Bize baktı, hatırla, bize baktı, unutma, bize baktı. Dişlerini gıcırdattı ve sağ yanını aydınlatan nazar boncuğunu, yani gözünü, taşın keskinliği içinde yok etti. Derin bir çığlık atmış, kedi çığlığı, rahatlamıştı. Hemen üstümüzdeki yaşlı kadının balkonundan kör bir kuş gibi düşen iç çamaşırının sessiz gürültüsü sarmıştı şaşkınlığımızı.” Hatırlamamıştım anlattıklarını ve beni bu öyküye dâhil edişini doğru bulmamıştım. Ayçiçekleri birer kör kedi gözü olmuşlardı. “Küçükken Prenses’in…” Cümlemi tamamlamamıştım. İç çamaşırı içimi titretmiş, kedinin kendini tamamen körleyişi bana tuhaf gelmişti. Başımızı kaldırıp bakmıştık balkona. Yaşlı kadının çamaşır ipine pörsümüş boynunu geçirişini hayretle takip etmiştik. Bu sefer bir kova sıcak suyu püsküllenmiş saçlarından aşağıya döküyor, arınmaya çalışıyordu. Çocuk aklımızın ermediği bir şekilde kaydırdığı sandalyenin yerini şiddetle alan boşlukta sallanıyordu can çekişen ayakları. Patlamış plastik futbol topuna dönmüş memeleri de ölmüştü. Fark etmiş, üzülmüştük. “Prenses, işte o gün, yaşlı kadın ölünce acı acı miyavladı. Görmüyordu gözleri ama hızlı şekilde hareket ediyordu. Hâlâ atikti. Hatırla.” Ayçiçekleri bunaltıcı bir yel içerisinde boyun büküyorlardı. Sağ ayak bileğini, sandalyeyi, düşüşü, yaşlı kadını, kediyi ve kadının ve kedinin ölümünün sonrasında o kat hizasından bahçenin üzerine gerilen ağı hatırladı. Onlarca erkeğin gerilen iri delikli ağı bir film yahut maç izler, yere tükürür, bir iç çamaşırını aşırır gibi izlediğini unutmadı.

Lunaparkın tam ortasında bulunan, tek kolu olmayan, aksamı eskimiş, ahtapot görünümlü balerin oyuncağına binince midesi bulandı, içi geçti. Tek göğsü, sarı bir ayçiçeği kadar parlak ve sahteydi. Birden hızlandı alet, daha hızlandı, biraz daha ve biraz daha. Boynunda uzayan metal kolyesi şangırdamıştı. Yanan motordan tiz sesler geliyor, öykü sona eriyor, o bunu biliyor, anlıyor, kusuyor, balerinin içinde kendinden geçiyor, üşüyor, titriyor, üşüyor, bağlı bulunduğu sandalyeden düşüyordu. 


No comments:

Post a Comment