November 15, 2014

İÇ


Babam, yedi yüz yirmi sekiz haftadır beni arıyordu, ona göre, kaybolmuştum. Şimdi de bir kayıp bulma programından sesleniyordu bana: “Nereye gittin oğlum?” Sanki bana bakıp ağlıyordu. “Niye gittin?” Kameraya bakıp ağlıyordu. “Şu an neredesin?” Sunucuya bakıp ağlıyordu. “On dört yıldır yok, tam on dört sene.” Ağlayan seyirciye bakıp ağlıyordu. “Yaşadığını, beni izlediğini biliyorum.” Ellerine, çaresiz ellerine ve titreyen sesine b/akıp ağlıyordu. “En çok bana benziyordun, annene değil, söylemiştim sana.” Sırık gibi sabitlendiği beyaz koltuğa, takma ayaklı bir ördeğin dengesiz düşüşüne benzetmiştim bu anı nedense, yığılıyordu, yıllar sonra susuyordu. Sunucu konuşuyordu bu kez, kendi kendine yahut yayın yönetmenine hitaben, izlenme oranının zirvesinde, kamerayı delen gözlerle. Babam stüdyoda can veriyordu. Reklamlar, başlıyordu; bebe bezi reklamlarına bakıp ağlıyordum.

Evden neden kaçtım? Yedi yüz yirmi sekiz hafta önceydi. Ben, başka türlü şeyler hissediyordum. Kimseye yakınlık besleyemiyor, kimseyi sevemiyordum. Oğuz Atay da böyleydi, kendimi ona benzetiyordum. Gecenin erken/den geldiği saatlerde evden kaçtım, üstümde mavi bir yelek, çiçek desenli, elimde, artık sayılı verdikleri, market poşetlerinden biri ile, içinde süt, yulaflı bisküvi, su, yola ilerledim, cebimde beş liram kalmıştı, artık yalnızdım, arabaya atladım, geceye doğru sürdüm aracı, sütü içtim, bisküviyi yedim, kremasını ezdim dişlerimin arasında, bir yandan, sütü içtim, suyu içtim, bisküvi tükendi, aracı durdurdum, babamın arabası, arabayı gaz yağına buladım, Oğuz Atay da bunu yapardı, suyu içtim, yeleğimi arabaya savurdum, kibriti çaktım, sıcaktı artık çok sıcak, hızla değil sabırla uzaklaştım oradan, tükenen sütün kamışını ağzımda büzdüm, suyu içtim, su şişesinin içindeki kokuyu içtim, son bir heyecanla…

Babam, öldüğüme inanmıyordu, ölmedi bu, diyordu, beni arıyordu her yerde, bulamayacaktı. Ben, ona ait değildim. Ben, başka türlü şeyler hissediyordum. Kimseye yakınlık besleyemiyor, kimseyi sevemiyordum, demiştim. Ancak, her canlının iç kısmı beni etkiliyordu, vücutlarının iç kısmı, oradaki organlar, hareketler, beni heyecanlandırıyordu, canlı ve cansız ne varsa, içindekiler ilgilendiriyordu beni, gecekondudan bozma evimizin arka bahçesindeki bitkilerin köklerini kesmiştim iştahla, yeşil boncuk görünümlü canlılar avuçlarımda renk atıyorlardı işte, ne güç! Köpeğim Korot’u ben yedi yaşındayken getirmişti babam eve, bana hayvanca bakıyordu Korot, gözlerini benden ayırmıyordu, boğucu bir kokusu vardı, bir süre yanaşmadım, onu görmekten kaçındım, olmayacaktı, babamın işe gittiği sabahların birinde Korot’un derisini yüzdüm, koyuna benziyordu, bıçağı saplamıştım besili karnına ve kan fışkırmıştı, hızlıca açmıştım içini, Korot, Korot, içi harikaydı, elimdeki organları, göğüs kısmı ve minicik kaburgaları, diyafram, kasılmalar, nefes borusu, üfürüyordum, akciğerler ve biriken hava ve biriken yaşam, dudaklarımın civarına sürmüştüm kan dolu damarlarını, Korot’u seviyordum, içini, içini, sadece içini! Dışından nefret ediyordum, Korot’un, herkesin, herkesin, bu kesin!

Korot’un kemiklerini gizlemiştim bahçeye, gömmüştüm ve Korot’un içi benden ayrı kalamayacaktı, baba, sen anlayacak gibi olmuştun, yüzüme bakmıştın, eve getirdiğin iki yüz elli gramlık kıymayı mutfak tezgâhına bırakmıştın, yüzüme bakmıştın, gözlerime bakmıştın, kıymaya sonra, tezgâhtaki kirli bıçaklara, nasıl da unutmuştum, nasıl da, bıçaklara biraz daha yaklaşmıştın, konuşmuyordum o günlerde, sevimli yüzün biraz daha kabarıp kızarmıştı, çok az ve çok fazla konuşmuştuk besbelli, yorulmuştun, içeriye, televizyon izlemeye geçmiştin, Korot’un organlarını yememiştim, hayır, ben yamyam değildim, değilim, Korot’u yüzerken, iç organlarını nezaketle tahliye ederken, kuvvetli çenesine biriktirmiştim içini, hepsini yedirmeye çalışmıştım, yiyecek dermanı olmasa bile yemesi gerekecekti, sevimli ellerimle yumruk yumruk o çeneye vurmuş, besini Korot adına öğütmüştüm, halihazırda bulunduğumuz alan iğrenç kokardı, şehrin arıttığı şehir buraya akardı, şehrin pisi, leşi buraya akardı, uzayan otlar zehir doluydu, ilerideki gölde atıklar yüzüyordu, Korot’tan kalanları, pek kalmamıştı, o göle götürmüştüm, sanki su görünümlü bir şeytan Korot’u yutmuştu hemen, Korot’u tutan ellerimi koklamış ve o şeytan suyunu yüzüme çalmıştım, ferahlama, arınma, anlamıştım, Oğuz Atay olsa, o da bunu yapardı, her çocuk biraz yalnız ve biraz yanlış doğmaz mıydı, yok, yok, ben daha yedi yaşındaydım ve olsa olsa Oğuz da H’Atay,dı benim için, yaşam bir hataydı…

Anneme dair anılarım net değil, bir pazartesi ağzının köpüklendiğini ve evi terk ettiğini hatırlıyorum, babamın o gece onu fazlaca dövdüğünü söylemişti yanıma gelip, yüzü tanınmayacak haldeydi, o şeytanlı gölün meleği olmuştu, yanağıma öpücük kondurmuştu, sen öldürdün Korot’u, biliyorum canım, demişti tebessüm ederek, çenesi sızlıyordu, inlemişti, canım ha, canımı sıkıyordu, küçüktüm ama nefretim doğalı çok olmuştu, konuşmuyordum, annem derin derin içine çekti kokumu, benim içimi keşfetmek istercesine, tedirgin oldum, derken çocuk ve sevimli yüzüme bir tokat patlattı, kapıyı çekti ve gitti, sıvası dökülen pencereden onu izliyordum, iki pençe misali elini göğe kaldırdı, kafatasını avuçladı, kendini yaratırcasına, kendini yaralarcasına, şeytanlı gölün sularında gözden kayboldu, ben ise gülümsüyordum, artık daha yalnızdım.

Yıllar, hızlı tren vagonlarına binip gittiler, aralarda kazalar olmadı değil, yıllar, insanı biraz daha öldürerek, bir kademe daha öldürerek, geçtiler, gittiler. Lise dönemi, insanın dönümüdür bir bakıma. Kadri’yi böyle bir zamanda görmüştüm, bu arada başka diyarlara taşınmıştık ve ben tüm hayvanlarımızın içini görmüş, dışını gömmüştüm, babam bunun farkındaydı, bunu biliyordu. Yer değişikliğinin bana iyi geleceğini düşünmüştü. Herkes tuhaftı bu yeşil şehirde. Her yer ağaçlarla doluydu, insan gibi ağaçlar, devasa, iri gövdeli, heybetli, gövdelerini yumrukluyordum, ellerim kanıyordu, büyüyordum, değişiyordum, ağaçlardan birine tırmandığım ve dalları kırıp ağacın içini görmek istediğim bir günde Kadri’yi görmüştüm, harika görünüyordu, Oğuz Atay’a benziyordu, beni etkilemeyi başarmıştı, erkekleri tercih etmiştim sevmek için, ona içimi döktüm, beni alaya aldı, tekmeledi ve gitti, aynı ağacın zirvesinde Kadri’nin kalbini söküyordum kısa bir süre sonra, her kişinin kalbi kendi yumruğu büyüklüğündedir, yüzünü kalbim büyüklüğündeki yumruğumla çürütüyordum.

Dünyaya gelişimin bin yüz kırk dördüncü haftasında kaçtım evden, kaçmasaydım babamın içini görecektim çünkü babamın iç yüzünü görmüştüm, o da benim gibiydi, o benim yasadışı çoğaltılmış kopyamdı, annemi gölün şeytanına adak olarak sunmuştu, gördüm, annemin gizlemeye çalıştığı kopmuş kulaklarını gördüm, dilimlenmiş parmaklarını, suya dökülmüş kanlı gözyaşlarını gördüm ama sustum, çocuktum, yıllar sonra ise babam televizyonda sadece insanların içini gösteren belgeseller, kendisi de çekmişti bunlardan, izliyordu, babamın bunları izlediğini anladım, çocukken anlarsın, büyüyünce bilirsin, iniltiler geliyordu karanlık odasından, ekranda genç erkek sevgilisi, benim yaşlarda, ona cilveler yapıyordu, birlikte kameraya bakıyorlardı, gülüyorlardı, öpüşüyorlardı, annem bunu zorla izliyor, kayda alıyor ve ağlıyordu, babam genç sevgilisinin karnını deşiyor, çığlıklar dört yandan aksediyor, genç erkeğin ruhu göle kavuşuyordu, ben babama benziyordum, benim de içimi görecekti, videodaki genç erkeğin iç organlarını elinde tutuyor, yüzünü kana buluyor, kahkaha atıyordu, babam, annemin yüzüne ince bağırsağı fırlatıyordu, annem kamerayı düşürüyordu, kayıt alt üst olmuştu, genç sevgiliden kopan organlar zemini süslüyordu, babam haykırıyordu: Oğlumun içini de göreceğim, karıcığım, göreceğim!

Kaçmasam, bilmesem, o gündüz vakti, o pis perdeli karanlık odada olanları görmesem, babamı heyecanlandıran şeyin beni de cezbettiğine inanmasam, kaçmasam, çoktan babamın içini/işini görmüş olacaktım.

Huzurluydum, babam yedi yüz yirmi sekiz haftadır beni arıyordu ve içimi görmekti tek derdi. Ona bu fırsatı vermeyecektim, onun içini görecektim! Stüdyoya geldi, kulise geçti, oradaydım, yaşamış ve yaşlanmıştım, nefretim ölecekti neredeyse, kuliste dinleniyordu, önündeki boy aynasına bakıyor, aynadaki zamanı görüyordu, aynada beni gördü elbette, aynanın içini ele geçirmiştim, aynanın içinden izliyordu oğlunu, tebessüm buyuruyordu, ceketini nezaketle, yine, çıkardım ve omurgasını belirledim, beyin sapından başlayan bu yapıyı elimde tutmayı her şeyden çok istiyordum, ayna bizi çekiyordu, leğen kemiğine dek uzanıyordu omurga ve ikimizi de büyülüyordu, otuz üç omurun hepsi umurumdaydı, her biri, tek tek, babamı biliyordum, acıdan da haz alıyordu, çok defa darp ettirmişti kendisini, sırtı izlerle doluydu, aynanın içinde onun içini açıyordum bıçak yardımıyla, omurgasını kırıyordum, on dört omurunu ve onurunu çıkarıyordum içinden, baba gibi kokuyordu, baba kokusu, aynanın içinden bana bakıyordu içtenlikle, içinden çıkarabildiğim kadar baba çıkardım, umut çıkardım, anne çıkardım, çıkar çıkardım, sahtelik ve azizlik çıkardım, ilk adım atışımdaki, aya değil dünyaya, heyecanı çıkardım, baştan çıkaran şeyler çıkardım, az omur-az ömür, ceketini giydirdim ve sonra onu yayına çıkardım…

Bu acının neşesiyle, kayıp bulma programından sesleniyordu babam, yan odadaki, bana ve içinden şunları diyordu: “Beni buldun oğlum.” Sanki bana bakıp ağlıyordu. “Ben senin içini göremeden sen neden her şeyin içine ettin?” Kameraya bakıp ağlıyordu. “Hazzın acısını nasıl anlayacaksın peki?” Sunucuya bakıp ağlıyordu. “On dört omurum yok, tam on dört onursuz omur.” Ağlayan seyirciye bakıp ağlıyordu. “Bedenimi kontrol edemiyorum, göle ve genç sevgilime, sana benziyordu, gidiyorum.” Ellerine, çaresiz ellerine ve titreyen sesine b/akıp ağlıyordu. “Babana benziyordun en çok, annene söylemiştim bunu ama onu ikna edememiştim.” Sırık gibi sabitlendiği beyaz koltuğa, takma ayaklı bir ördeğin dengesiz düşüşüne benzetmiştim bu anı nedense, yığılıyordu, yıllar sonra susuyordu. Sunucu konuşuyordu bu kez, kendi kendine yahut yayın yönetmenine hitaben, izlenme oranının zirvesinde, kamerayı delen gözlerle. Babam stüdyoda can veriyordu. Reklamlar, başlıyordu; bebe bezi reklamlarına bakıp ağlıyordum. Gözüm aynaya takılıyordu ve aynanın içinde Oğuz Atay’ı görüyordum, bana bakıyor, en çok aynanın içinde, bana ve babama benziyordu…

No comments:

Post a Comment