January 10, 2017

ADADA


Böyle şeyler filmlerde olur, izleyiciyi mest eder, harekete geçirir. Benim de başıma geldi, bindiğim uçağın kaza yaptığını ve kurtulan tek kişinin ben olduğumu (olduğunu mu demeliyim?) söylüyorum size.  Uçaklardan, bulutlardan, kuşlardan ve yağmurdan korkuyorum. Gökyüzünün unsurları beni ürkütüyor. Uçaktan düşecek, bulut sisi içinde yitecek, kuşlardan zarar görecek (Hitchcockvari) ve yağmur yılanlarıyla ıslandığımı (tıslanmak) sandığımı düşünecek kadar. Durum böyle. O uçağa bindim, binmem gerekiyor, gereken oluyor, olan biteni kimse duymuyordu. Kalkışa geçtik, tırnaklarımla önümdeki koltuğun deri yüzeyini kavramaya çalıştım. (Derisi kalmamıştı, her yer plastikle kaplı, minyatür yemek masası, insan derisi kokan açma kapama mandalı) İrtifa kaybettiğimizi düşündüm, daima kaybettiğimizi (kaybedenler edebiyatı) ve hep mağlup olduğumuzu da fikrettim vakit varken. Uçağın sürati göğü delerken aklıma bunlar geliyordu. Uçak şoförünün (kaptan değil) anonsu ile geldim kendime: “Birazdan düşeceğiz. Can yelekleriniz koltuğun altındadır. Hayat seni çok sevdim.” Dın dın. Uçaktan gelen ürkütücü sesler. Şoförün ironik konuşması. Ben dememiştim size ey uçak halkı ama hissetmiştim. Düşmek üzereydik. O hâlde nasıl şişiriliyordu can yelekleri, hangi şekilde göstermişti hostesler? Püf püf. Şişmiyor. Biz aşağı çakılırken, yeryüzü de yukarı çekiliyordu. Nihayetinde düştük, bağrışmalar, feryatlar, dualar, küfürler, kahkahalar (niye?) ve gözyaşları, düştük.

Dirildim. Kırk gün ve gece mi sürmüştü, dört gün mü, dört saat mi? (Dört gizemini çözün) Savrulduğuma emindim ve canım yanıyordu. Uçak parçaları göremedim etrafta. Koca tırnaklı su kuşları vardı sadece, minik gövdelerini en az o büyüklükte tırnaklar taşıyordu, sevimlilerdi. Birkaç ölü eti gagalıyorlar, sevimlice, gagalıyorlardı. Ceplerimi yokladım, orada, oh ki ne oh, bugünü kurtardım, uçaktan yadigâr minik sandviç, (beyaz peyniri, marulu ile) başparmak iriliğinde şirin sandviç, yıpranmış, yine de orada. Düştüğüm yer klasik ada. Issız. Orman, tuhaf sesler, deniz, tuhaf kuşlar, gökyüzü, tuhaf şeyler. Uykuya yenik düştüm. (kaybedenler yine) Koca tırnaklı su kuşları gittiler bir süre sonra. Belirsiz ve hiddetli bir müddetti. (ama dörtle ilgisi vardır) Ada, insanın uykusunu getiriyordu. Temiz hava, deniz, orman. (Daha önce demiş miydim?) Oh, mis.

Hep böyle olur. Bildiğim için isyan etmedim, razı geldim kaderime. (Boyun bükük adalılar) Düşersin adaya, bağırır çağırır, uzaktan tüten gemilere el kol eder, yapamaz, ağlar, kaçamaz, kaçamazsın. Kaçış yoktur. (Filmlerde böyle) Erzak paketlerini (olduğunu varsayalım) de tükettiysen, gerçek doğaya hoş geldin demektir. Ben hiçbirini yapmadım. Yani ağlama sızlama faslı. Doğrudan doğal yaşama atıldım. Zaten bunaltıcı bir hayatım vardı. İş görüşmeleri, kırk metrekare stüdyo daire, (rezidans da diyorlar dil düşmanları) patronlar, sahte ilişkiler, balkonda boy veren limon bitkisi, (ağaç olamadı henüz) sosyalleşme çabaları, takım elbiseler, sunumlar, yatırımlar, sürdükçe duran hayat. Ölümüne hayat, bayat tatlı hayat. Hep gitme, kaçma isteği. Aynı sokağa, aynı izbe çay ocağına sığınma, orada bardak bardak soluksuz çay içme, mideyi haşlama isteği. Ahmet Usta’dan (Kemal de olabilir adı) gözleme ısmarlama. Tereyağlı, peynirli, patatesli. Olsun. Gözlemenin yüzeyindeki koyu benekler. Afiyet. Adaya dönelim. Az ötemdeydi koyu benekli bir tavşan. Adada ise ada tavşanıdır bu. Düz mantık. Gözleme olsun adı, yoldaşım olsun, arkadaşım.

Yalnızım. Yedim Gözleme’yi. Olsun. Beneklerini kıtır kıtır tükettim. Afiyet.

Adada. (Tersten bakıldığında da aynı olan kelimeler kaderdir, ne söz ama)

Uyku. Rüyamın dördüncü evresinde Dr. Moreau’yu gördüm. Adadaki hayvanlarda dirikesim yapmaya devam ediyordu. Yanına koştum. “Ben sizin romanınızı okudum” dedim. “Gerçeksiniz, öyle mi?” Suratıma baktı, hayvanlarına ve adasına baktı: “Hayır, sen sahtesin” (Salaksın dese daha vurucu olurdu) Bu hikmetli sözün esrarını içselleştirirken çıkageldi insanlaştırılmış hayvanlar. Bu hayvanlar kitaptakilere benzemiyordu. İşadamı domuz, muhasebeci kedi, münasebetsiz misafir fare, daima başarılı komşu oğlu puma, teknoloji manyağı köpek. Anlamsız sözler sarf ettiler, gittiler tırnak ve kokulu deri dökerek. Geride terleme, açlık, zayıflık ve hissedilen tuhaflık kaldı.

Soğuk günler adada. Fırtına, mevsim yağmurları, korkutucu gök ışıkları, deniz ve yağmur sularının birleşerek oluşturduğu yeni su kümesi, ağaç boyu. Ağacın tepesindeyim. Soğuk, titriyorum, bacaklarımda küçük kurtlar, benden besleniyorlar. Mücadelem sürecek. Açan güneş, dallarda yemişler, havada süzülen tüyler (ürpertici şeyler gibiler) ve kulağıma çalınan vahşi doğada hayatta kalma müzikleri. (Birileri bir yerlerde dinliyor olmalı) Yapabilirim, nın nın nın, başarabilirim.

Kurtulacağım, evet, kurtulacağım. Yalan.

Size bunları söylüyorum ama bu adadan kurtulamayacağım. Bir şişenin içine (nereden bulduğumu sormayın, sormayın) koyuyorum bu notları ve denize emanet ediyorum.

Başım ağrıyor, çıtırtılar duyuyorum, soğuk, sıcak, açım. Hatırladım birden, cebime gidiyor ellerim, orada minik sandviçim, (beyaz peyniri, marulu ile) başparmak iriliğinde şirin sandviçim, yok, vefat etmiş o da, ben bir hiçim. Yabani dallar titreşiyor, yabani kuşlar ötüşüyor, gün ışıyor, ben üşüyorum.

Olsun, en azından istediğim biçimde ölmeyi, başarabilirim.

Deniz, ağır kokusu, saran ve sarsan. (Şişe benim, hakikati söylüyorum) İlerliyorum içine. Sıcacık, ana gibi. (Ana deniz, deniz. Adanın yolları taştan. Of of. Ölürken bile, hiç olmazsa, kendimi güldürebiliyor, güldürürken öldürebiliyorum.)

 

No comments:

Post a Comment